İslâm dünyası içinde çıkan ve bir kısmı şiddete başvuran müfrit ve aşırı unsurların, Müslüman dünyanın ana çizgisini temsil ettiklerini kimse söyleyemez. Suçun şahsiliği söz konusudur ve bir insan veya bir toplum bir kötü insan yüzünden toptan suçlanıp ötekileştirilemez. Kuran’daki “hiçbir günahkâr başkasının günahına ortak edilemez” mealindeki “Vela taziru vaziretin vizra uhra” ayetini dikkatle ele almak gerekir.

Batının düşmanca tutumu yetmiyormuş gibi bir de bazı grupların tekçi ve tekfirci çizgileriyle, İslâm’ı şiddet dini olarak göstermeye kimsenin hakkı yoktur. Tarihte her toplumun içinde ortaya çıkan şiddet eğilimli gruplar daima var olagelmiştir. Haricîlik gibi akımlar, sergilemiş oldukları barbarlıkları ile zihniyet problemini yansıtmışlardır. 
Fakat 1. ve 2. Dünya savaşlarında görüldüğü gibi hiçbir şiddet Avrupa’nın gösterdiği vahşetten daha büyük olamaz. Çoluk çocuk demeden şehirleri dümdüz edip sivil katliamlarını gerçekleştiren Batı dünyası önce kendisi ile yüzleşmeli sonra diğer toplumlarda çoğu zaman kendi unsurlarınca gerçekleştirilen şiddeti eleştirmelidirler. Türk atasözünde olduğu gibi “önce iğneyi kendine batırmalı sonra çuvaldızı başkasına sokmalıdır”.

Batı’nın İslâm dünyasına yönelik ikiyüzlü, sömürgeci, baskıcı ve zalimce tutumundan dolayı meydana gelen sadece Müslüman toplumlarda değil dünyanın her yerindeki terör olaylarını bir de bu açıdan ele almak gerekir. Sömürgecilik bitmiş lakin sömürü düzeni sona ermemiştir. 

Batının acımasızca operasyonları dünya kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açmaktadır. Terör unsurları da bu tepkiden beslenmektedir. 

Elbette bu tepkisel akımların ürettiği terör İslâm’a ve diğer inanç sistemlerine yüklenemez, mal edilemez. 

Zaten terör İslam’ın temel değerleri itibarıyla asla meşru değildir. “Masum bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir” mealindeki ayet şiddetin önündeki en büyük engeldir.

Batı dünyasının ikiyüzlü tutumu, sömürü ve zalimce politikaları, bu yöndeki öfkenin beslenerek büyüttüğünü unutmamalıdır. Bu nedenle “İslâm terörü reddeder” gibi ifadeler doğru ama eksik ifadelerdir. 

Söz konusu problemin aşılması, terör kadar, onu doğuran veya ona meşruiyet üreten zulüm, işgal ve haksızlıklara karşı da kararlı bir duruş gerektirmektedir.
İslâm tarihi içinde ortaya çıkan aşırılıkların, öncelikli olarak “itikadi” bir zeminden üremediğine bilhassa dikkat edilmesi gerekir. Haricîlik, Şîa, Cebriye, Mu’tezile gibi fırkaların oluşumu, esasen “siyasî” düzlemde yaşanan bir ihtilafın “itikadî” bir zemine yerleştirilmesi sürecini bize göstermektedir. Bu durum ise siyasî tavır alışları “itikadî” bir çerçeveye oturtmama konusunda uyarı niteliğindedir. Dinin meşrulaştırma gücünün siyasî meseleler için âlet edilmesine müsaade etmemek gerekir.

Ümmet içerisinde sıkıntı ve problem odağı olmuş, küresel kamuoyu nezdinde İslâm hakkında olumsuz ön yargılar oluşturulması için de “fotoğraf” sunan yapılara baktığımızda, bu yapılarda hakikati kendi tekelinde gören, kendisi gibi düşünmeyen kişi ve grupları ise “dalâlet” hatta “küfür” ile itham eden bir din diline sahip oldukları görülmektedir. 
Bu inhisarcı yani her şeyi kendi tekeline alan ve tekfirci anlayışa karşı, Ehl-i Sünnet’in “Ehl-i secde tekfir edilmez” ve “Tevil varsa tekfir yoktur” diyerek geliştirdiği kuşatıcı ve muvazeneli yaklaşım, mü’minlerin istikamet çizgisini teşkil etmektedir.