Türkiye'nin 1959 yılında başlayan AB yolculuğu 2016 yılı sonu itibariyle 57 yılını dolduracak.  Bu uzun süreç boyunca Türkiye, kendi üzerine düşen sorumlumlukları yerine getirmesine rağmen AB, başka konuları ileri sürerek Türkiye'nin tam üyeliğini yarım asır boyunca hep geçiktirmiştir. 

Akşam Gazetesi yazarı Vedat Bilgin, bugünkü köşesinde kaleme aldığı 'Hangi Avrupa?' başlıklı yazısında Türkiye'nin AB'ye tam üyelik süreciyle ilgili "Batı sistemi içinde Avrupa’nın daha hızlı düşüşe geçtiğini göreli olarak çöküşün burada daha hızlandığını dolayısıyla dün üye olmak istenilen yer ile bugünkü AB’nin aynı konumda olmadığını görmek gerekir. Bugünkü Türkiye’de aynı konumda olmadığını ise ayrıca ele almak gerekir" dedi. 

İşte Bilgin'in yazısından satır başları: 

Türkiye’nin girmek istediği Avrupa Ekonomik Topluluğu, daha sonra Avrupa Topluluğu adını alan yapı bugün Avrupa Birliği olan kuruluşun başından itibaren aynı çizgide aynı hedeflerde ilerlediğini söylemeye gerek yoktur fakat bugünkü Avrupa Türkiye’nin katılmak istediği Avrupa mıdır?

Son yirmi yılda dünya sisteminde yaşanan değişmenin hızlandığını, Batı hâkimiyetindeki sistem düşerken doğunun yükseliş sürecine girdiğini sık sık yazıyorum ama burada üzerinde durmak istediğim husus biraz daha farklıdır. “Batı sistemi içinde Avrupa’nın daha hızlı düşüşe geçtiğini göreli olarak çöküşün burada daha hızlandığını dolayısıyla dün üye olmak istenilen yer ile bugünkü AB’nin aynı konumda olmadığını görmek gerekir. Bugünkü Türkiye’de aynı konumda olmadığını ise ayrıca ele almak gerekir.”

AVRUPA'NIN ORTA YERİ

Avrupa’nın yaşadığı krizlerden, özellikle son büyük ekonomik krizden sonra toparlanmakta güçlük çekmesinin ekonominin ötesinde daha derin sebepleri olduğu fark edilemeyince meselenin esası gözden kaçırılmış olmaktadır. Oysa Batı sisteminin yaşadığı düşüşün arkasında ekonominin ötesindeki sebepler daha belirleyicidir. Ekonomilerdeki sorunların kaynağında da Batı’nın toplumsal, siyasal, kültürel hegemonyasının kırılması, daha doğru bir ifadeyle hegemonik üstünlüğü kaybetmesi bulunmaktadır.

Türkiye’de yaygın her kanaat neredeyse kamuoyunu belirleyen küçük bir grup tarafından oluşturulmaktadır; bu sebepledir ki Batı’nın hegemonik üstünlüğünü kaybettiğini Türk kamuoyuna bakarak hissetmek mümkün olmamaktadır ki bunu anlamak için özel bir çabaya ihtiyaç bulunmaktadır.

Alman asıllı Ralf Dahrendorf yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olduğu kadar, sosyolojik teoride endüstriyel toplumun dönüşümünü kapsayıcı bir biçimde inceleyen bir analiz modeli geliştiren ünlü bir bilim adamıdır da. “Dahrendorf Sanayi Ötesi Toplumsal yapıların yükselişini ve taşıdığı değişim eğilimlerini öngören bir anlamda 21. yüzyılın toplumsal formasyonları hakkında ilk derinlikli çalışmaları yapan düşünce adamıdır. Demokrasinin Bunalımları adı altında kitaplaştırılan uzun bir söyleşide Avrupa’nın krizlerini ele alan önemli değerlendirmeler yapmaktadır.”

Dahrendorf’un bu bağlamda özellikle üzerinde durduğu iki mesele çok önemlidir. Bunlardan biri, Avrupa demokrasilerinin krizi; diğeri ise küreselleşme sürecinin meydana getirdiği etkilere, sorunlara, uluslararası örgütlerin bütün ülkeleri aynı cevabı vermeye zorlaması yani aynı politikaları uygulatmak istemesidir.

NEREYE DOĞRU?

Şüphesiz bu mesele diğer birçok düşünce adamının da dikkat çektiği bir konudur. Demokrasinin etkisizleşmesi, bu defa ulus-üstü yapılar üzerinden güçlenen bürokratikleşme dalgasının tesiriyle ortaya çıkmaya başlamış bunu diğer dalgalar takip etmiştir. Demokrasinin Avrupa’daki krizinin arkasında, bütünüyle ulus-devletlere göre oluşan kurumların, işleyiş mekanizmalarının yerine ulus-üstü yapıların hâkim olması ve bu kuruluşların, küresel sürecin etkin konuma getirdiği ulus-üstü dev sermaye örgütlenmesi ekseninde ortaya çıkan talepleri öne alan yaklaşımlarının rolü büyüktür. “Demokrasinin gerçek aktörü birey, küçük sivil yapılar, sınıflar ve yerel topluluklardır. Ulus-üstü kurumlar, küresel ölçekte hareket eden sermaye kuruluşları karşısında demokrasinin aktörlerinin güçsüzleşmesi, Avrupa demokrasilerinin zeminlerinde sarsıntılara yol açmıştır ki bunun sonucu olarak devlet ve toplum arasında, demokrasi sayesinde kurulan ilişkiler hızla anlam ve fonksiyon kaybına yol açmaktadır.”

Avrupa’da yaşanan ‘demokrasi krizi’ meselenin çok fark edilmeyen yönlerinden biridir, fakat sürecin ‘toplumsalın çöküşüne’ etkisi dikkate alındığında bunun Batı toplumlarında nasıl bir özgüven kaybına yol açtığını tahmin etmek zor olmayacaktır. Ortaya çıkan ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi gibi olayları bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Türkiye’nin AB önünde neyi müzakere ettiğini tartışırken, üye olmak istenen Avrupa’nın hangi Avrupa olduğunu, bırakınız ekonomik krizi, derin bir siyasi bunalım yaşadığını ve bunların sorunlarıyla karşı karşıya olduğunu hatırlamak gerekmez mi?