Siyasî ve sosyal fikirleri ne olursa olsun, duygu ve düşünceleribazen gençlikten, bazen maddî problemlerden, bazen başka bir sebepten, ne derece tepetaklak olmuş olursa olsun, ırkı, dili, hatta dini ne olursa olsun, herkese, ama hemen herkese Kur’ân nurlarını ulaştırmak vazifesi bizleri bekliyor. Çünkü “Dünya manevî bir buhran geçiriyor” diyen Bediüzzaman; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” diyor. “Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken” şevkimizi kırmadan, birbirimizi de kırmadan iman hizmeti yapılması gerekiyor. Tahribatın büyüklüğünü anlatmaya gerek yoktur zira tam da orta yerinde yaşıyoruz zaten. O zaman tamircilerin sayısı ne kadar fazla olursa o kadar manevî tamirat yapmak kolaylaşacaktır. Bediüzzaman tevekkül kaidesini çift yönlü bir kavram olarak sunmuştur. Hizmet boyutu ve ücret boyutu var. Hizmet boyutu her vakit çalışmayı, gayret etmeyi, Nurları neşretmeyi gerektirir. Ücret boyutu ise sonuca teslim olmaktır. Bazen çok çalıştığın halde muvaffakiyet nasip edilmez. O halde tembelliğin kucağına oturup vaz geçmek değil bilakis hakta şiddetli sebat etmek gerekir. Asla unutulmaması gereken bir hatırada Bediüzzaman şöyle diyor: “Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Ve mâale’r-rasûliilla’l-belagû” (Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir. Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş.” Buradan anlaşılmalıdır ki kemiyeti, sayıca çokluğu asıl maksat yapmamak gerekir. Fakat başka birşey daha anlıyoruz ki; Efendimiz (asm) insanlar kendisini dinlemediğinde daha fazla gayret etmiştir. Öyleyse insanlar dinlemediyse, anlatmanın başka yollarını bulmak gerekir. Görmediyse, göstermek için yeniden renklendirmeli, yeniden resmedilmelidir. Yoksa “Nasıl olsa kemiyetin sayısal çoğunluğun önemi yok, olmadı” deyip vazgeçmemelidir. “Hadîs-i şerifte vardır ki: ‘Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.’ Aslında hepimiz başlangıçta o bir adam idik. Fakat birisi elimizden tutup imanımızın ziyadeleşmesine yardım etti. İşte bir kişi için imanı kazanması veya Risale-i Nurları tanımasıne kadar ebedî, ne kadar sınırsız fark oluşturuyor… “...Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyevîyeyi her cihetle hayat-ı uhrevîyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha edecek...” Risale-i Nur hizmet-i imaniyesine sahip çıkmakla onu sınırlamak arasında gayet derin, ama ince bir çizgi vardır. Hidayet bizim değil, Allah lütfudur. Gayret ve sebat bize yakışandır. Küçük bir olaydan dolayı isyan edip karamsarlığa kapılmak inançlı bir insana yakışmaz. Feto cinayetler işledi diye iman hizmetinden geri durulmaz. FETÖ’nün fenalıklarını kırbaç bilerek daha fazla say ve gayret göstermeliyiz. İsterse bizi haksız yere hapse atıp işimizden gücümüzden alıkoysunlar. Bunun sonsuz bir hayat açısından ne önemi olabilir ki…