Faşistlerin suçüstü yakalanmasına sebep olan 15 Temmuz Cuntası darbe bildirisi “Yurtta Sulh Konseyi ve Atatürkçü düşüncenin bekası” vurgusu ile kendini ele vermiştir. Şimdi ise dünün Kamalist darbecileri, hükümetin utangaç politikacıları sayesinde kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Faşistleri anlarım lakin hükümetin bu politikacılarını anlamak mümkün değildir.
Balyoz davasında olduğu gibi apaçık darbe konulu plan semineri fütursuzca yapılan konuşmalara rağmen FETÖ’nün davayı murdar etmesi sonucunda eylemler beraatla sonuçlanmıştır. Şimdi sıra Kamalist darbe yapılanmasını masum gösterme çabalarına gelmiştir. 28 Şubat 1997 darbesi hala karara bağlanmış değildir. İşin bir de Yargıtay safhasını düşünün. Bu gidişle davanın yıllarca süreceği ve darbecilerden hesap sorulamayacağı açıktır. Ne de olsa davalar bitmeden yeni bir darbe daha olup faşist darbeci generaller paçayı kurtaracaktır. Oysa Türkiye’de Osmanlının son yüzyılından bu yana yaklaşık 100 yıldır kesintisiz açık veya gizli askeri vesayet düzeni bir türlü sona erdirilememiştir. Çünkü bu anlayış ve kafa yapısı ile darbeciler durdurulamaz.
Bütün bu darbelerin diğer bir gerekçesi din düşmanlığı ve Batılı sekiler yaşam tarzının dayatılmasıdır. İcracıları ve taşeronları ise Kamalist askerlerdir. Balyoz davasından yargılanan, hüküm giyen daha sonra paralel yapı ile mücadele sürecinde serbest bırakılıp, tutuksuz yargılamaları devam eden subayların bugün kahraman gibi bu darbecilerin yerlerine atanmaları endişe vericidir. Zira bunların hepsi suçlu olmasa dahi önemli bir kısmı geçmişte tıpkı şu anda FETÖ’cülerin yaptığı gibi Kamalizm adına askeri darbe teşebbüsünde bulunmaktan çekinmemişlerdir.
Ülkemizin geleceği açısından önemli günleri yaşadığımız bu dönemde unutulmaması gereken husus şudur: Devlet içindeki iktidar mücadelesinde, faşist güç odaklarından sadece bir tanesinin giriştiği darbe başarısız olmuştur. Bu da FETÖ’dür fakat diğerleri hala ayakta ve güçlerini korumaktadır.
Hiç kimse faşistlerin Avrupa kamuoyunu arkalarına alarak halkın tanklara meydan okumasını görmemezlikten gelmemelidir. “Anayasal düzen ancak asker eliyle tesis edilebilir” ve “halk sürece ancak itaat ederek dâhil olabilir” diyerek hezeyanlarını ortaya koyanlara karşı sesimizi daha gür çıkarmanın zamanı gelmiş de geçmiştir. 
Askeri müdahaleler başarılı olduğu oranda ordunun devleti yönetme gücü artmış bu sayede orduyu özerkleştirmişlerdir. Adeta devlet içinde devlet kurulmuştur. Burada özerkleşme; devlet yapısı içinde ve siyasal iktidar karşısında ordunun iç ve dış siyaset konularında doğrudan rol oynamasını ifade etmektedir.
Bütün darbeler iç ve özellikle de dış sosyal ve siyasal aktörlerin müdahil olduğu güç ilişkileri içerisinde belirlenmiştir. Her bir askeri müdahale bu güç ilişkileri karşısında konum alışa göre bu toplumsal ve siyasal aktörler üzerinde güçlendirici veya zayıflatıcı etkiler meydana getirmiştir. Özellikle Fevzi Çakmak yönetimindeki silahlı kuvvetler, muhalif güç odaklarını tasfiye etmesiyle birlikte asker-sivil ilişkileri tek parti rejimindeki formuna bürünmüştür. Tek parti ideolojisini kendine ilke edinen ordu yönetimi artık milletinin değil “M. Kamal’ın ordusu” olmuştur.
Kamalizm’in yılmaz bekçiliğini yapan bu askerler, canları sıkıldıkça toplumun ana damarına bu azınlık adına müdahale edip hizaya sokmaya devam etmişlerdir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat bunlar arasında en baskın ve belirleyici olanlarıdır. 12 Eylül sonrası Türkiye’de artık kökleşmiş bir “Sürekli Darbe Rejimi” hâkim olmuştur. Meşru iktidar yanında bir de gölge iktidar söz konusu olmuş bazen çeşitli kaza ve vakıalarla bu görünmeyen iktidarın ipuçları yakalanmış olsa dahi kimse arkasını araştırmaya cesaret edememiştir. Artık halkımızın 15 Temmuzdaki onurlu başkaldırışı sayesinde bu gidişe son vermeli ve gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Hükümete düşen görev ise tekrar geriye gidişi önlemek faşist unsurlardan devleti ve orduyu temizlemektir, vesselam…