“Bediüzzaman Said Nursi” ismi hakkında çeşitli sorular soruluyor. Deniliyor ki “Niçin esma-i hüsnadan bir ismi kullanıyor?” Bir başka yerde kendisini övmekte ve yüceltmektedir…

Bunların doğru olmadığını anlatmak benim gibi Bediüzzaman’ın eserlerini okuyan ve çok istifade eden birisinin boynuna borçtur. Dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışayım:

Her şeyden önce Bediüzzaman ismini kendisi almamıştır. Zira daha çocuk yaşta öylesine parlamış ve harika halleri görülmüştür ki halk ve hocaları tarafından “Bediüzzaman” diye çağrılmaya başlamıştır.

Allah’ın güzel isimleri Müslümanlar tarafından çok sık kullanılmaktadır. Bazı isimlerin başına “Abdül” yani kulu manasına gelen bir takı kullanılsa da çoğu defa yalın olarak da kullanılmaktadır. Bedii ismi de diğer 99 isim gibi birçok kişi tarafından kullanılmaktadır ve kullanılmıştır.

Bediüzzaman, “zamanın güzelliği” demektir. Bu lakap ile tarihte meşhur olan başka isimler de vardır. Mesela büyük Arab edebiyatçısı “Bediüzzaman-ı Hemedânî” bunlardan sadece bir tanesidir.

Bediüzzaman’ın bu ismi kabullenmesinin bir sebebi de yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatının manevi isminden dolayıdır. Şualar isimli eserinde şöyle der: “Şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş.” (8. Şua)

Eski Said döneminde imzasını Bediüzzaman diye atarken, Yeni Said döneminde Said Nursi’yi tercih etmiştir. Bu noktada eskiden kendisine sorulan bir suale şöyle cevab verir: “Sual: Sen imzanı bazen ‘Bediüzzaman’ yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.

“Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum.(gösteriyorum). Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi (muhakeme ve üslupları),  benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, ‘bedî’, acip demektir.” (Hutbe-i Şamiye’nin Zeyli)

Özel niteliğe sahip bazı isimlerin yerine, başka bir isim ikame edilemez. İşte “Bediüzzaman Said Nursî” ismi de böyle bir isimdir. Bu ismin yerine başka bir isim koymak doğru değildir. Çünkü her insan nasıl çağrılmak isteniyor ise o şekilde kendi ismi ile hitap edilmelidir. Bediüzzaman Said Nursî de kendisine verilen onlarca isimden sonra bu isimde karar kılmıştır.

Başka amaçlar güden, özellikle ‘Said-i Kürdî’ vurgusunu tekrarlayan ırkçılara dikkat etmek lâzımdır. Zira Bediüzzaman Said Nursî, bu fenalığa şöyle dikkat çekmektedir: “Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgularda) ismim ‘Said Nursî’ iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürt’ diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bununla birlikte başka isimler kullanmak da doğru değildir. Örneğin “Nurslu Said”, “Bitlisli Said” gibi isimler iyi niyetle söylenmiş olsa dahi dikkatle karşılanmalı, “Bediüzzaman Said Nursî” isminin kullanılması teşvik edilmelidir. Özellikle isimler üzerindeki oynamaların, ismin önüne farklı nitelendirmeler getirilerek sürekli devam etmesi, bu duruma bir sınır konulamaması, o isme de çok zarar vermektedir. Onun içindir ki ismin doğru bir şekilde kullanılması, büyük önem arz etmektedir.

Bediüzzaman isminin kendisine çok yakıştığını ve neden Bediüzzaman denildiğini 32 maddede açıkladım. Çok uzun çekeceğinden dolayı ilk 3 maddesini arz ediyorum diğerlerini başka bir yazımda ele alacağım inşallah…

1. Kesinlikle hiç kimseden hediye olarak para almıyordu. Sonuçta da hiçbir maddî mülkiyeti evi, barkı, konağı yoktu. Hayatında kimsesiz ve sürgünde geçen bir tarzı vardı. Defalarca hapislerde kalmış çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşamıştı. Yine de kimseden para ve karşılıksız hediye almadığı,  hatta onu çok seven talebelerini dahi kırdığı hediye almadığı görülmüştür.

2. Hiçbir âlime hocaya sual sormazdı. Ancak sorulanlara cevap verirdi. Bu hususta şöyle derdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim.” Yani “hoca olduğu halde bir soruyu bilemedi” diye kimseyi zor durumda bırakmak istemezdi.

3. Yanında bulunan talebelerini de aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men ederdi. Onları da yalnız Allah rızası için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe derdi.