27 Nisan 2007 e-muhtırasının 12. Yıldönümü. İslâmi hassasiyetlerin yayılmasından, eşi başörtülü birisinin Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali ve bir takım yasakların kalkmasından rahatsız olan TSK içerisindeki bir grup cunta kafalılar, laikliğin tehlikede olduğunu bahane ederek gece yarısı hükümete karşı bir bildiri yayınladılar. Dönemin hükümetinin, muhtıraya karşı, karşı bir muhtırayla cevap vermesiyle geri adım atmak zorunda kaldılar. Bilindiği gibi ihtilaller ve muhtıralar, yalnız siyasete değil ülke ekonomilerine büyük zararlar vermektedir. Yabancı yatırımcıları da ürkütmektedir. E-muhtıra verildiği zaman dış dünya, derhal ve art arda tepkilerini, tedirginliklerini dile getirdiler. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu düşürdüler. Sonradan yapılan araştırmalara göre e-muhtıranın ülkeye maliyetinin 20 milyar doları geçtiği belirtilmekteydi. Peki, ekonomiyi bu kadar etkileyen bir duruma iş adamlarının oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin de bir tepki vermeleri geremez miydi? Çünkü sivil toplum örgütü demek; Merkezi idarelere ve bir takım güç odaklarına karşı haklarını korumak için sivil halkın oluşturduğu örgütlü savunma mekanizmalarıdır. Bir başka görevi de, çağın risklerine ve tehlikelerine karşı halkı korumak için yeni projeler üretmesi ve ilgili kurumlarda bunu hayata geçirme girişimlerinde bulunmasıdır. Demek ki ekonomileri doğrudan etkileyen bu olumsuzluklara karşı ekonomiyle ilgili sivil toplum örgütlerinin de tepki vermeleri, onların bir açıdan varoluş nedenleridir. Fakat maalesef ülkemizde öyle olmuyordu. Sivil toplum örgütleri o zaman da görevlerini yeteri kadar yapmadılar veya yapamadılar. Bu tarihte ben de İTO’da (İstanbul Ticaret Odası) meclis üyesiydim. İTO kurumsal olarak bir tepki göstermeyince bir sonraki meclis toplantısında durumdan vazife çıkararak tepki göstermeyi kendime bir vazife olarak gördüm. Söz aldım. Konuşmama, önceki darbelerin ve muhtıraların milli gelirlere nasıl olumsuz yansıdıklarını rakamlarla verdim. Sonra konuşmama özetle şöyle devam ettim. Darbe iddiaları ne olursa olsun, darbe demek, talan ve soygun demektir. Gelir dağılımının bozulması demektir, işsizlik demektir, yoksulluk demektir. Dış dünyada itibarın sarsılması demektir. Devlet seçkinleri ve statükodan beslenen güç odakları, imtiyazlarını ve hükümranlıklarını sürdürebilmek için, sürekli gerginlik oluşturuyorlar. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de darbeler sadece siyasi bir sorun değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve ahlaki bir sorundur. Silahlı Kuvvetlerin eğitim sistemine ve yapılanmasına baktığımızda kendilerine has özel bir kültür oluşturduğunu görürüz. Orduevi-kışla ve lojman üçgeni içerisinde ki bir yaşam tarzı, onları halkın değerlerinden, inançlarından ve kültüründen kopartmakta. Sivil hayattan tecrit edilmelerine sebebiyet vermektedir. Türkiye’de ordu sadece askeri bir güç değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik bir güçtür. 1960 ihtilalinden sonra, özel hukuk kurallarına göre kurulmuş olan OYAK’ı kurdular. Tanınan ayrıcalıklar sayesinde, yaklaşık 30 şirketi ile Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri oldu. Modern, çağdaş, hukuk devletlerinde ordunun darbe yapması bir yana, siyasetle ilgilenmesi ve ekonomiyle uğraşması tasavvur bile edilemez. Yargının en temel vazifelerinden biri, güce karşı bireyin ve toplumun haklarını korumaktır. Fakat 27 Nisan muhtırasından sonraki kararıyla (367 krizi) yargı, hukuk sınavını kaybetmiştir. Ülkemizde, demokrasi, hürriyet, kuvvetler ayrılığı bir tiyatro. Sosyal devlet, laiklik ve cumhuriyet sadece bir oyun. Her on yılda bir gelenek haline getirilen müdahaleler ve darbeler de ülkemizin acı gerçekleri. Bu muhtıra ile son birkaç yıllık kazanımları ve hızla değişen ülke prestijini bozabilirler ama zamanı geçmiş köhne düşüncelerin ve bürokratik rejim tabularının yıkılmasını asla durduramazlar. Gücün egemen olduğu bir toplum, ne medeni bir toplumdur ne de sivil bir toplumdur. 27 Nisan muhtırası ile bir kısım medyanın askeri savcı gibi davranmasına ve sözde sivil toplum örgütlerinin de söylemlerinin birden bire değişmesine şahit oluyoruz. Siyasi istikrar olmadan, ekonomide istikrarı ve kalkınmayı asla yakalayamayız. Küreselleşmenin getirdiği katı ve acımasız rekabet şartlarında bir ilerleme kaydedemeyiz. Eğer devleti ve bir takım güç odaklarını sorgulayamazsak kendimizi sorgulamalıyız. Özetle bu şekilde konuşmamı tamamladım. Fakat bir dahaki meclis toplantısında statükocu, gücü kutsayan işadamı meclis üyeleri organize olup hazırlanıp geldiler. Bundan sonraki yazıda, 27 Nisan e-muhtırasına karşı çıkmamdan dolayı, gücü kutsayan meclis üyesi işadamlarının saldırılarını, ölüm tehditlerini, ihtilallerin ve muhtıraların ekonomiye katkılarının söylemleriyle devam edeceğim.