Doğada ve çevremizde gördüğümüz bize ilginç gelen anlık durumları bir fotoğraf makinesi arcıyla bir yüzey üzerine kayıt etmek istemişizdir. Olaylar ve durumları kaydetmek güzelliği görmek insandaki bakış açısını geliştirmiştir. Şüphesiz ki bu duyguyu bize en derin biçimde yansıtan, hakikatin aynası ve içinde yasadığı zamanın ve mekanın göz bebeği olan insandır.. İnsanın kendisi olduğu bir anı, ruhunu aksettirdiği bir zaman dilimini yakalayan fotoğrafçı sanırım dünyanın en şanslı insanıdır.. Çünkü görülmesi gerekeni görmüştür.. Duygusu olmayan insan zaten fotoğraf çekemez. Fotoğraf sadece fotoğrafı çekenin duygusal boyutu ile ilgili bir hadise de değildir. Çekilenin duygusal boyutu da en az fotoğrafçınınki kadar önemlidir.. Çektiğimiz ister manzara fotoğrafı olsun, ister bir detay isterse portre fotoğrafı olsun fark etmez.. Portre ve duygu konusunda insan şaşırmayacaktır elbette.. Çünkü otomatik olarak insan sureti çeken herkes, insanın bir duygu boyutunu gördüğünü ve yakaladığını düşünür. Oysaki bizi en çok yanıltan da bu durumdur. Çektiğimiz her yüz, jest, mimik, ifade bizim duygumuzla örtüşmüyorsa bir anlam ifade etmez.. O sadece mekanik bir hareket olarak kalır. İkinci olarak insan portresi dışındaki fotoğrafların duygusuz olduğu düşüncesi de bizi yanıltan diğer unsurdur. Yağmurun, rüzgarın, bulutun, dağın, karın, çiçeğin, ağacın, suyun duygusu vardır.. Bir dalga sesinde huzur bulan, bir rüzgar esintisinde şiirsel bir boyuta giren ya da bir dağ manzarası karsısında varoluşsal bir şaşkınlık hisseden insan sözünü ettiğimiz bir duygudur. Ancak fotoğrafçı açısından bakmakla görmek arasındaki farkı düşünürsek, her bakanın göremeyeceği bilinciyle öncelikle bakabilmeyi öğrenmek zorundayız. Bakmanın ne olduğunu bilmeyen göremez.. İnsanı ve duyguyu tanımak, kendini tanımakla doğru orantılıdır. Kendini göremeyen ve bilemeyen bir insanın fotoğrafını çektiği bir insanı, zamanı ve mekanı görebilmesi, bilebilmesi hatta hissedebilmesi mümkün değildir. Bu anlamda fotoğraf bir duyguyu görebilmek onu somutlaştırabilmektir.. İnsanı içinde bulunduğu zaman ve mekan boyutunda anlayabilmektir. Nitekim oryantalist fotoğrafçıların en temel zaafı insanı içindeki zamandan ve mekandan soyutlayarak, onun duygu halini modern zaman ve mekana taşıyarak bağlamından koparıp tahrip etmişlerdir. Dolayısıyla fotoğrafı çekilen insan bir müze malzemesi haline getirilmiş, duygusundan soyutlanmıştır.. Oryantalist fotoğrafçı duygularını fotoğrafa yansıtmayan insandır. Ya da diğer deyişle “indirgemeci mantığını- bakış açısını ve duygusunu” fotoğrafına yansıtandır. Öyleyse fotoğrafın fotoğraf olabilmesi için, bilhassa insan fotoğraflarında fotoğrafını çektiğiniz insanla duygusal eksende bir araya geldiğinizde fotoğrafın bir anlamı olabilir.. Fotoğraf bu anlamda bir mana arayışı ise, fotoğrafı çekilen insan, bir zaman, mekan, kültürel boyut ve ruh içinde anlamlıdır. Öyleyse fotoğrafçı bütün bunları bilmek, dikkate almak ve çevresine böyle bakmak durumundadır. Çünkü ancak bu bilinçle bakabilir ve görebilir. Çektiğimiz fotoğraflar bizim aynı zamanda duygularımızı yansıtır. Çünkü fotoğraf bir dil, bir konuşma biçimidir. Fotoğrafı çekerken, fotoğraf tarafından da çekildiğimizi unutmayalım…