İnsanlar küçük yaşlarından itibaren hep birilerine güvenerek yaşamak isterler. Herşeylerini güvence altına almak zorunda hissederler kendilerini.
Çünkü insanın nefsinde her an başına kötü bir şey gelme korkusu hakimdir. Ölene kadar da insan bu hisle boğuşur durur.
Ya en yakınındaki insanın sırtından vuracağından şüphe eder, ya malını kaybedeceğinden korku duyar, ya hastalanıp öleceği korkusunu yaşar. Ama nefis dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak sürekli güvensizlik, tedirginlik, endişe hisleriyle doludur.
Aile hayatında da, okul hayatında da, evlilik hayatında da, iş hayatında da sürekli bir çekişme, sürekli bir yarış, ve o yarışın gerektirdiği kirli ve can yakıcı bir rekabet ruhu yaşanıyor. İnsanlar rahat yaşamak istiyorlar, dostluk kurmak istiyorlar, birileriyle sevinçlerini, üzüntülerini paylaşmak istiyorlar. Ama bu samimiyeti yaşayacak bir zemin eksikliği var insanlar arasında. Güven duygusu gitgide zedelendiği, yara aldığı için insanlar artık farklı tedbirlerle kendilerini güvence altına almaya çalışıyorlar.
Hiçbir şeyin keyfini doyasıya yaşayamıyor insanlar; sadece insanlara değil, hayata yönelik güvensizliklerinden dolayı. Her an bir endişe hakim tüm hayatlarına.
Herhangi bir insanı ele alalım: Yıllarca çalışıyor, para kazanıyor, sonunda belki de on yıllardır hayalini kurduğu iyi bir ev satın alıyor. O ev satın aldığı ilk günden itibaren bir endişe yuvası haline geliyor. O evi korumak için evi alırken gösterdiği çabadan çok daha fazlasını sarfetmesi gerekiyor. Evin her yerine güvenlik kameraları yerleştiriliyor. Bahçenin dört tarafı dikenli tellerle, yüksek duvarlarla sarılıyor. O da yetmiyor, evin her köşesine alarm sistemi kuruluyor. O da yetmiyor bahçeye koruma köpeği alınıyor, kapının üstüne “Dikkat köpek var” yazılı tabelalar asılıyor. Ama o da yetmiyor...
Yıllarca uyumadan, dinlenmeden, belki de yemeden içmeden çalışıp satın aldığı evi birkaç on saniyelik bir depremle yerle bir olabilir. En ufak bir kıvılcım bütün evi bir anda küle dönüştürebilir. Bunları düşünmeye başladığında insanların gözüne uyku girmemeye başlıyor. O zaman sigorta şirketlerine başvuruyorlar. En azından bir hasar oluştuğunda onu telafi edeceğini düşünüp rahat etmek istiyor insanlar. Huzurlu, konforlu yaşamak için heves edip sevinç içinde satın alınan bir ev her an başına bişey gelip insanı başına iş açacak bir üzüntü konusu haline gelmeye başlıyor. İnsanlar başlarına her an ne geleceğini bilememenin tedirginliği içinde sürekli mallarını güvence altına almakla uğraşıyorlar.
Öyle ki evleneceği insanla bile artık evlilik antlaşması imzalamaya başladı insanlar. Olur da bir gün ayrılırlarsa, karşı tarafa malı geçmesin diye bir önlem olarak hazırlıyorlar bu antlaşmayı. Bir gün mutlaka o sevginin, aşkın, muhabbetin, dostluğun biteceği ihtimali üzerine alınan bir tedbir bu. “Hayatım, aşkım” diyeceği, bir ömür boyu aynı yastığa baş koymaya niyet ettiği, sırdaşı olacak bir insana dahi güvensizlikten kaynaklanan bir uygulama. Kendini garantiye alma, yarın bir gün dolandırılma riskini ortadan kaldırmaya yönelik bir güvenlik tedbiri adeta. Ama aynı zamanda insanların güvensizlikten ne kadar canlarının yandığını göstermesi açısından da çok anlamlı.
Devamı nasipse yarın...