Şevk olursa o iş ve eylem devam eder ve lezzet verir. Şevk olmazsa lezzet ve zevk de olmadığı için mecburiyetten yapmak durumu olur. Bu da devam ve istikrarı etkiler. Belli bir zaman sonra o ameli veya vazifeyi terk etme durumu olabilir. Bunun için bütün işlerimizde ve vazifelerimizde bize şevke ihtiyacımız vardır.
İşte bu şevk ve gayreti gösteren en önemli eserlerden bir tanesi Bediüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nur’dur. Bizlere kulluğun esasını ve ne için kulluk yapmamız gerektiğini harika bir şekilde anlatır. Kulluk şuurunu tam olarak yerleştirir. Onu okuyan kişileri hem kendi kulluğunu yapmak hem de başkalarına da bu kulluk şuurunu vermek gibi diğer iman ve Kur’an hizmetlerine ve vazifelerine  sevk eder.
Hâlbuki biz insanlar başımıza gelen kötü olayları büyütmeyi, güzel şeyleri ise küçük görmeyi çok severiz. Denizcilerin fırtınalardan şikâyeti gibi küçücük bir musibet dünyamızın altını üstüne getirir. Hâlbuki bize o kadar çok nimet verilmiştir ki, Kör Şeytan; hiçbir zaman bunları düşünmemizi istemez. 
Mesela; namazın her rekâtında okunması farz olan “Fatiha” Suresinin başında hamd etmek vardır. Besmele’den sonra daima “Elhamdülillahi” deriz. Bundan da anlaşılacağı gibi “Allah’a şükür etmek” çok önemlidir ve aynı zamanda da boynumuzun borcudur.
Zira her şeyden evvel yoktan var edilmişizdir. Allah dileseydi bizi yaratmazdı. Ama varız işte. Demek ki yokluk karanlıklarından bizi çıkarıp var eden Allah’a bir şükür borcumuz var.
İkinci olarak Allah bize bir hayat vermiş. Yaşıyoruz. Çevremizde çok büyük cansız varlıklar var. Bazıları kocaman, dağ gibidir. Bazıları ise mini minnacık, elektron mikroskopları bile göremez, atomlar gibi. Koskoca bir yıldız büyüklüğünde bile olsa, hayatı olmadıkları için canlılar bütün bu cansız varlıklardan üstündür. O halde Allah’a şükretmemiz gerekmez mi?
Üçüncü olarak bizim hayatımız gelişmiş bir hayat. Bitkiler gibi sabit değil. Bakın ben dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna Güney Yarımküreye gidiyorum. Benim gibi hayat sahibi olan varlıklar hareket edebiliyor. Nefes alıp Allah’ın yaratmış olduğu nice güzellikleri görüp koklayabiliyoruz. Denizin bir çeşit zikir sesi olan hışırtısını dinleyebiliyoruz. Her canlı bu özelliklere sahip değil. O halde yeniden Allah’a el açıp şükretmek gerekmiyor mu?
Dördüncü olarak; Allah, bizi insan olarak yaratmış. Kur’ân’da “ahsen-i takvim” yani en güzel surette yaratılan canlı olarak, bir başka deyişle insan olduğumuz için Allah’a bir şükür borcumuz yok mudur? Biz bu canı ortadayken ve sahipsiz iken bulmadık. Cenâb-ı Allah bize verdi. İsteseydi vermeyeceği gibi hiç yaratmazdı da. Fakat yerlerin ve gökyüzünün sahiplenemediği bir emanetle “teklif sırrı” ile beraber bizi yeryüzüne gönderdi. Yeryüzünün halifesi kıldı. O halde ne için şükür etmeyeceğiz? Şükürsüzlük aynı zamanda büyük bir nankörlük olmuyor mu?