Yurt dışında yaşayan bir okurum “Materyalist Eğitim Bakanlığı Nasıl Milli Olur” başlıklı yazıma katkıda bulunmuş ve beni de eleştirmiş. Eleştirdiği konularda haklı olsa da beni suçlaması doğru değildir. Çünkü Türk basınında bu hususları en çok dile getiren kişilerden bir tanesiyim. Eleştirdiği konuları 30 yıllık yazarlık hayatımda yüzlerce defa dile getirmişimdir.

Bu değerli okurumun bana gönderdiği önemli hususları paylaşmak istiyorum. Bazı kısımları siyasetçilere fazla çattığı için silmek zorunda kaldım. Bu zatın haklı olarak dedikleri hususlar özetle şöyledir:

19 Ocak 1798 günü Montpellieer’de bir bebek doğdu. Adı Auguste Comte idi. Sonradan Positivismin kurucu babası olarak bilinir. Ölüm tarihi 5 Eylül 1857 Paris. 59 sene yaşadı.

Positivist felsefe kısaca şöyle gelişmiştir. Avrupa’da bu çağa kadar insanlar huzur bulmak ve akıllarına gelen sorulara cevap bulmak için kiliselere gittiler. Hıristiyanlık tahrif edildiği için tatmin edici cevapları alamadılar. Fakat bu çağda ilim ve teknoloji çok gelişmiş, sanayi devrimi yapılmış ve materyalist felsefe bütün sorulara cevap veriyor zannedilmişti.

Maddeye tapınma ve gücün maddeden geldiğini iddia eden bu felsefeye göre “elinizle tutmadığınız, gözünüzle görmediğiniz hiçbir şeye inanmayınız!” denilerek tam bir dinsizlik aşılanıyordu. Allah, cennet, cehennem inkâr edilerek bütün sorulara pozitif bilimlerle cevap verileceği iddia ediliyordu. Kısaca bu materyalistlere göre dine lüzum kalmamıştı.

Bu felsefe 19 asırda çok taraftar bulmuştu. Öyle ki 1889 da Brezilya devleti Monarşiden Cumhuriyete döner dönmez bayrağını değiştirmişti. Güney Yarımküreyi gösteren bir küre ve üzerine Portekizce “Ordem a Progresso” yazmışlardı. Yani “İntizam ve Terakki” diyorlardı.

İşe bakın ki 2 Haziran 1889 tarihinde de “Osmanlı Tıp Cemiyeti” diye bir cemiyet kurulmuş sonradan adını İttihad ve Terakki (ITC) olarak değiştirmişti. Bu cemiyet azaları arasında masonlar da bulunuyor ve güçlü bir materyalist akıma öncülük ediyorlardı. ITC Berlin ve Paris şubelerinde Brezilya gibi “İntizam ve Terakki” kaşesini kullanıyordu.

Bu cemiyetle birlikte Avrupa’daki materyalist düşünce ortak bir siyaset geliştirmişti. Neredeyse tamamı o yıllarda tarihte sanayi devrimini yapmış İngiltere, Fransa ve Almanya’yı örnek alıp cami ve kiliselere düşmanlık etmeye başlamışlardı. İlim ve teknolojiye tapınacak derecede aşırı gidilmişti. Sanki ölüme çare bulmuş gibi kurtuluşu böylesine ahmakça bir yolda görüyorlardı. Halbuki ölüm öldürülememişti ve öldürülemeyecekti.

Cumhuriyet döneminin tek parti idarecilerinin çoğu ITC’nin Selanik şubesine üyeydi ve neredeyse tamamı materyalist idi. Şu anda askeri okul öğrencilerinin bir derneğe üye olması yasak olsa da o yıllarda Osmanlıda yasak değildi.

Bu yetişme tarzı ve siyasi faaliyetler Osmanlı aydınlarını zehirlemiş ve materyalizm sayesinde Şeytanın maskarası yapmıştı. Bu felsefe ile yetişmiş bir siyasi parti lideri ile alakalı olarak sadece bir tane örnek verecek olursak ne derece tehlikeli bir noktaya düştüğümüzü anlayabiliriz.

Ticaret Mektebi’nde verilen bir çay davetinde okulun öğretmenleri ve eğitimciler siyasi parti başkanına sorular soruyordu. O da konuşma yaparak; hayatta en hakiki mürşidin ilim, fen olduğunu, bunun dışında bir mürşid aramanın cehalet, gaflet ve dalalet olduğunu söylemiştir.

Hâlbuki Hicretin 10. senesinde son Peygamber Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselam şöyle buyurmuştu: “Ey mü’minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur-ân- ı Kerim ve benim sünnetimdir”.

Kısaca hayattaki en hakiki irşat edici Kuran ve Sünnet olduğu İslam’a göre bildirilmişken kimse bu materyalist söze karşılık verememişti. İşte Milli Eğitim Bakanlığı hala bu noktada durmaktadır. Dine karşı materyalist felsefeyi korumayı ve her fırsatta dine hakaretler etmeyi hüner sayan bir öğretmen kitlesi ile beraber bu bakanlık görev yapmaktadır. Ne yazık ki; Milli Eğitim Bakanlığının temel siyaseti budur!

Fakat tuhaf olan bir hususa dikkat çekmek gerekiyor. Her ne kadar Allah’a ibadet etmeyi, Kuran ve sünneti yok sayarak eğitim vermeyi hedefleyen Bakanlık; aynı zamanda heykeller önünde Hıristiyan, Budist ve Hindular gibi tapınma ayinlerine hiç ses çıkarmamaktadır. Hatta teşvik etmektedir. Bu çelişkili durumu dile getiren çok az sayıda yazar ise ya hapse atılmakta ya da kitapları toplatılarak yasaklanmaktadır…

İşte geldiğimiz son noktada neredeyse 100 yıldan beri izlenen bu materyalist siyasetin bir darbesini daha yedik. Eşcinsellik, cinsiyetsizlik ve daha nice sapık ilişkiler meşrulaştırılmaya çalışıldı. Çok tartışılan İstanbul Sözleşmesine uygun olarak aileyi yıkmayı hedefleyen bir çok kanun maddesi çıkarıldı.

Misal olarak Sözleşmedeki bir hükme göre evimizdeki çocuklarımızı sabah namazı için uyandırdığımız takdirde bu sözleşmeye göre onlara “psikolojik işkence” yapmış oluyoruz. Sonrasında da evden uzaklaştırılmak için bu sağlam bir gerekçe bulunmuş olunuyor.

En çok da Milli Eğitim Bakanlığı ve öğretmenleri bu sözleşme hükümlerinin uygulanmasına dikkat ediyor. İstanbul Sözleşmesi adı verilen ve Ankara’da kotarılan bu neresinden bakarsan bak iğrenç anlaşmayı bize zorla dayatıyorlar. Ne yazık ki hala akıllanamadık.

Allah ıslah etsin! Vesselam…