Günümüzdeki bazı kimselerin, "insanın sorumluluğu olan bir şeyde kader yoktur" anlayışı, Allah'ın hayatımızdaki müdahalelerini görmezden gelmeye neden olmaktadır.

Bir kimse, bir işin olması için elinden gelenin çok fazlasını yaptığı halde, Allah bu işin olmasını dilemezse, bu iş meydana gelmez. Eğer meydana gelmeyen bu iş için hayırlı bir amel yapma niyeti var idiyse, kişi niyetinin mükafatını görür. 

Birine kötülük olacak bir fiil ise, yalnızca Allah'ın izin vermesiyle bir zarar meydana getirebilir. Mülkün sahibi izin vermediğinde, koruduğu kuluna yapılan bir kötülük asla zarar veremez.  (Bakara suresi 102. Ayete bakınız.) 

İnsanın cüzi iradesiyle olan bir iş veya fiil, hayırlı ise dünya ve/veya ahirette mükafat, kötü ise dünya ve/veya ahirette ilahi cezaya sebebiyet verir. İşlediği fiillerin mükafatını veya cezasının bir kısmını dünyada görmeye başlaması, o kimsenin iradesi dışındaki bir ilahi adalet ve lütuf ile Allah'ın takdir etmesinin sonucudur. 

Bir kişi, herhangi bir işin, fiilin oluşmasını istesin veya istemesin, Allah yaratmayı dilerse, kulun iradesi dışında pek çok etken bu işin, fiilin oluşmasında rol alabiliyor. İmtihan ve nimetlere muhatap olacak bir insanın, iradesi dışındaki ilahi takdir sayesinde imtihanlar ve nimetler meydana çıkabiliyor. Taha suresi 38-40. Ayetlerde bu hakikat çok güzel beyan ediliyor. Bu ayetlere bir göz atalım:

(38) Hani annene şunu vahyetmiştik. 

(39) Onu sandığa koy ve ırmağa bırak; böylece ırmak onu kıyıya çıkarsın ve benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Mûsâ!) Senin üzerine kendimden bir sevgi bıraktım ki (sevilesin), nezâretim altında büyütülüp yetiştirilesin.

(40) Hani kız kardeşin gezinip; 'Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?' demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve üzülmesin. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni çeşitli şekillerde imtihanlar etmiştik. Bu sebeple yıllarca Medyen halkı arasında da yıllarca kaldın, sonra bir kader ile buraya geldin ey Musa.

Taha suresi 40. Ayetin son kısmında, summe ci'te alâ kaderin yâ mûsâ" yani "sonra bir kader ile buraya geldin ey Musa" ifadesi belirtilerek, kainatta olduğu gibi insan hayatında meydana gelen hadiselerde de bir ilim ile ölçü (takdir) konulduğu ispat edilmiş olur. Ayrıca 40. Ayette belirtildiği gibi, Hz. Musa'nın çeşitli şekillerde imtihandan geçirilmesi ve bu sayede yıllarca Medyen halkı arasında kalması, kaderin içinde ilahi imtihanların olduğunu ispat eder.

Modernistlerden bir kısmında gördüğüm üzere, insan iradesi sonucu gerçekleşmiş hayırlı işlerin ilahi lütuf olduğu unutulmaktadır. İlahi lütuf olduğu unutulmuş bu hadiselerin insan iradesine çokça bağlı olduğu varsayılarak, bu lütufların verilmiş olmasının ilahi imtihan olduğu da fark edilmemiş oluyor. Bu görüşteki bazı kimselere göre, insan iradesine çokça  bağlı olan bazı hadiselerinde ilahi lütuf olduğu göz ardı edildiğinden, kendi elleriyle işlemiş oldukları fiillerinin akabinde de olsa ilahi  imtihana düçar oldukları kabul edilmemektedir. 

Bu düşüncede olan kimseler, insanın iradesine çok az iş düşen ilahi lütufların olduğunu gaflet ile sezememeleri nedeniyle, nedensellik ile ortaya çıkan nimetler, lütuflar karşısındaki bir insanın tutum ve davranışları yalnızca bu insanın imtihanı olduğunu varsaymaktadır. Yani bu kimselere göre, nimetlerin bize ulaşma sürecinde ve nimetlerin bize ulaşmasından sonra, insan iradesi işin içinde olduğundan, nimetin gönderiliş sebebinin ilahi imtihan olduğu unutulmaktadır. İlahi lütuf olarak verilmiş nimetin akabinde, irademizle yapılan fiillerin, davranışların, şükretmenin sadece bizim imtihanımız olduğu gibi bir algı oluşmaktadır. 

Böyle düşünen bazı kimselere göre kişinin doğuştan zeki olması, zengin olması gibi ilahi lütuflar, bu kişinin ilahi imtihanı değilmiş. Kişinin yalnızca bu lütuflar karşısında davranışları imtihanıymış. Bu kadar somutlaşmış ilahi imtihan bile göz ardı ediliyorsa, sünnete ittiba imtihanının, ilahi imtihan kabul edilmeyişini daha iyi anlamış oluyoruz. 

Somut lütuflarda bile imtihanı kabul etmeyen böyle biri, bize şer işleyen biri olduğunda, bize karşı şer işlendiği anda bizim ilahi lütuflarla, ızdırari kaderle orada bulunuyor olmamız ve irademiz dışında bir musibetin yaratılarak musibetle karşılaşmış olmamız,  "bizim ilahi imtihanımıza dönüşmüştür" gerçeğini hiç kabul etmemesine neden oluyor. Yani hiç kusurumuz olmadığı halde, kusurlu sürücü yüzünden bir şer işlenmesi ile sakat kalmamız, bizim sakat kalacağımızı bilip, izin veren ve yaratan bir ilahımız olduğu halde, bu durum bizim için ilahi bir imtihan değilmiş. Sakat kalmamız sonrası sabredip-sabretmeme durumu sadece imtihanmış. 

Bu inanış ile trafik kazalarından korunmak için "El-Hafız olana dua etmeye gerek yok" anlayışı oluşmaktadır. Çünkü bu anlayışa göre, her türlü musibet ve beladan bizi koruyan bir ilah olduğu inancı yerine, Allah'ın varlığına inanıldığı halde her şeyin nedenselliğe, insan aklı ve iradesine bağlı olduğu bir hayat algısı oluşmuş durumdadır. 

Bir insan, kendi iradesi dışında gerçekleşen herhangi bir işin, fiilin Allah’ın izni ile yaratılması sonucu, hayır veya şerle denenebilir. İlahi imtihanın var olabilmesi için üzerimizdeki koruma kalkanı nimetini mülkün gerçek sahibi dileyip azalttığında, bu sayede imtihanı var eden bir külli iradeye cüzi irademiz engel olamamaktadır. Madem her çeşit nimet Allah'tandır. O zaman herhangi bir nimetin veya nimetlerin azaltılmasıyla  imtihanlar ortaya çıkmaktadır. O zaman birinin bize karşı işlemiş olduğu şer vesilesiyle de olsa, herhangi bir nimetin veya nimetlerin adetullah ile azaltılmış olması bizim için  ilahi bir imtihan olarak ortaya çıkmaktadır. 

Modernistler, kainatta meydana gelen hadiselerdeki ilahi takdiri kabul ediyor. Fakat, insan iradesini aşan insanın hayatıyla ilgi mühim hadiselerde, ilahi takdirin olduğu konusunda bir gaflet halleri var. Oysa, bir insan olarak bizde kainatın ayrılmaz bir parçasıyız. İnsanı kainattan ayırmak yanlıştır. 

Yediklerimiz, içtiklerimiz, faydalandığımız toprak, hava, su, Güneş, bitki ve hayvanlar; kainatın işleyişi vesilesiyle bedenimize geçerek, kainatın ayrılmaz bir parçası olarak sağlıklı bir biçimde yaşayabilmemizi sağlamaktadır. Ölünce yine kainatın bir parçası olan toprak olacağız. Kainatta nasıl herşey takdir ile bir ölçüyle (kaderle) yaratılmışsa, insanda kainat gibi kainattaki atomlardan oluşmuş  ayrılmaz bir kainatın parçası, meyvesi olarak bir ölçüyle (kaderle) yaratılmıştır.

İnsanın doğduğu ve büyüdüğü yer, anne ve babası, cinsiyeti, fiziki yapısı, ülkesi, sınırlı bir akıl ve iradesinin takdir ve tayin edilmiş olması, buna en büyük delildir. İnsanın karşılaştığı herhangi bir ilahi imtihan, kaldıramayacağı bir yük oluşmayacak şekilde belli bir ölçüde (kaderle) yaratılarak karşısına bu imtihanın çıkmasına izin verilmektedir. İnsan ise bu şartlar, koşullar, imkan, ortamlar, imtihanlar altında akıl ve iradesinin tepkisi ölçülür. 

Nasıl ki insan iradesi dışındaki iki göktaşının birbirine yaklaşıp, yaklaşmamasına izin verilmesi belli bir ölçüyle (kaderle) olur. İnsan iradesi dışında karşılaşılabilen nimet ve imtihanlar; insanın karşılaşabileceği varlıkların kendisine yaklaşıp, yaklaşmamasına izin verilmesi vesilesiyle, ızdırari kader ve ilahi hikmet, adalet ile ilahi müdahale sayesinde belirli ölçülerde (kaderle) yaratılır. Her insanın imtihanı, kendi kaldırabileceği potansiyeline ve seviyesine göre ilahi adalet ve hikmet gereği yüce bir adaletle rastlantısal olmadan nimetlerin yönetilmesiyle yaratılır. Aksi halde birine az ve ölçüsüz, birine fazla ve ölçüsüz verilen imtihanlarla denenmiş insan hayatı için haşa ilahi adalet söz konusu olmamış olurdu. 

Bazı modernistler, Enbiya suresi 35. Ayetin kaderle bir alakasının olmadığını kabul etmektedir. Rabbimizin sadece nimet ve sıkıntı verdiğini ancak imtihan vermediğini açıkça söyleyen bir ilahiyatçı ve bu ilahiyatçının bu görüşüne inanan müntesipleri bile var. Geçmişte ve günümüzde bu bozuk inanca veya bu gaflete sahip modernist kimseler azımsanmayacak sayıdadır. Özellikle şer ile imtihanın rastlantısal olduğunu, bir şer ile karşılaştığımızda sabredip, sabretmeme meselesinin sadece imtihan konusu olduğu maalesef artık kabul görmektedir. 

Rabbimiz şerre razı olmasada imtihan sırrı gereği şerre müsade etmesi ilahi takdirdir. İnsan iradesi veya irade dışındaki hususlar ile ilahi kudretin izni ve gözetimiyle oluşan bazı imkanlara göre, şerre muhatap olacak kimsenin şerre muhatap olabilmesi için o an orada bazı koruyucu nimetlerden mahrum olarak orada bulunup şerre muhatap olması, nasıl ilahi takdir sayılamaz?

Fiili ve/veya kavli dualarımız olsa da koruyup, korumaması Mülk sahibinin elinde iken sadece ve sadece şer işleyen birinin sebebiyetine takılı kalıp, bizim o an orada o zaman diliminde bulunmamız açısından ilahi takdiri görmezden gelmek ne acı… Birinin şerri ile karşılaşılan bir musibette Allah'tan yardım yerine haşa "şerrin tek ve yegane ilahı" olarak olarak görülen şerri işleyen kimsenin bertaraf edilmesi gerektiği, yegane seçenek olarak düşünülmektedir. İlahi imtihanın varlığı yok sayıldığından şerre sabretmek yerine, şer işleyene saldırmayı yegane seçenek görmek, günümüzde bu anlayıştan geliyor. İşlenen bir şer var ise bu şerden kurtuluş için tevekkül ile asıl nimet verici mülkün gerçek sahibine karşı dua ile hüsnü zan beslemenin önüne, bu anlayış set çekiyor. 

Şahit olunan Rabbimizin ilahi imtihanı olan hadiseler sonrası, imtihan Rabbimizden bilinmeyip, tevekkül bilinci zarar görerek, Rabbimize hüsnü zan kırılırsa, şahit olunmayan hadiselerde de Rabbimize hüsnü zan kırılarak kişi, sadece şerri işleyen kişi veya diğer etkin sebeplere takılır kalır. 

Birinin özgür iradesiyle işlediği şerrin bir başka birine imtihan olmasında, hiç ama hiç ızdırari kaderin varlığını kabul etmemek, ilahi imtihanların rastgele, birine çok az, birine çok geldiğine inanmaya sebep olmaz mı? Oysa biz biliyoruz ki, Mülkün gerçek sahibi adaleti ve hikmeti gereği kimseye kaldıramayacağı yük vermez. Dolayısıyla şerle ilgili imtihanlarda, Rabbimiz şerre razı olmasada imtihan sırrı gereği, ızdırari kader ile kişinin sikleti dikkate alınarak, ilahi adalet gereği irade dışı koşullar hikmetle oluşturularak imtihan yaratılır. 

Her çeşit nimetin azaltılması veya artırılması hadiselerinde, gözle görülen ilahi takdir sayesinde gerçekleşen somut ilahi imtihanların varlığına şahit olunduğu halde "özgür irademiz" olduğu bahanesiyle ilahi takdir, ilahi imtihanın varlığı kabul görmüyor. Bu kimseler, 14 asır boyunca sünnetin korunma hadisesini oluşturan Rabbimizin nimetlerine bizzat gözleriyle şahit olamadıkları için sünneti koruyan ilahi nimetler aracılığıyla yaratılan sünnete ittiba imtihanını bir türlü kabul edemiyor. Çünkü günlük hayatlarında her türlü nimetin artış ve azalışı, gözleriyle görüldüğü halde, bu sayede şahit oldukları hadiselerdeki ilahi takdir ile gerçekleşen somut ilahi imtihanın varlığı bile bu kimseler tarafından kabul görmedi. 

Bu yüzden, her çeşit nimette şahit oldukları artış ve azalış sayesinde gün yüzüne çıkan somutlaşmış ilahi murada teslim olunamamaktadır. Gördükleri somut ilahi murada teslim olamamış bu kimseler tabii ki, sünneti 14 asır boyunca korumuş olan, gözleriyle şahid olamadıkları soyut ilahi murada teslimiyette de doğal olarak büyük bir sorun yaşayacaktır. Bu nedenle, sünnetin korunacağına işaret eden ayetlere rağmen, sünnete ittiba konusunda büyük bir sapma yaşanmaktadır.