Gözleri ikaz levhalarında asılı kalmıştı. Büyüdü, büyüdü ve büyüdülevha. Kapı gittikçe ufalıp kayboluyor, ikaz giderek irileşiyor,  yalnız trenin camlarını değil, tüm vagonları kaplıyordu şimdi. Artık başka bir şey görmek mümkün değil. Ne sağındaki Siyahî öğrencilerin beyaz tebessümlerini fark edebiliyor ne sol yanında bebek pusetinde kendini paralayan çocuğun tekmelerini duyabiliyordu artık. Burnunun ucundaki sivilceyle yüzleşmek istemiyordu, deli saçmasıydı kapılara yaslanmak, üzerinde durduğu ayakların bile sahibi değildi üstelik. Neye yaslamalıydı şimdi bu başı.
“Bunca zaman hangi kapıya sırtımı verebildim ki ?”dedi fısıltıyla.
“Hiç güvenmedin ki!” dedi hüzünlü, titrek bir yankı gerçeği yüzüne vurarak.
O halde yaslanmış sayılmam, diye yükseltti sesini ve boynunu.
İyi ama insanız, öyle değil mi?
Diye sızlandı titrek, kırgın ses.
Üstelik yaslananlar pek rahat, pek memnun hayatlarından, diye ekledi.
Haklısın, dedi diğer ses. İşte böyle dedi, boşluğa yasladı başını, oldu mu şimdi?
Kolunu kavrayan bir el hissetti o dakika. Birlikte yolculuk yaptıkları arkadaşıydı bu. Levhaya öyle saplanmıştı ki unutmuş olmalıydı bunu. Gülümsedi. 
“Peron ile tren arası boşluklara dikkat ediniz!” Daha büyük gülümsüyordu şimdi. Peron ile tren arasında boşluklar olmalıydı öyle ya, yoksa nasıl hareket edilebilirdi. İnsancıklar, böylesi bir amaç birliğine rağmen- tren&peron- aralarındaki boşluğa da düşmezler miydi? Yahut bir adım dahi olmasaydı aralarında, bu yakınlık sebebiyle  sürtüşür müydü sevdikleriyle? Ateşle odun arasında diyordu  kişisel gelişim uzmanları, ateşle odun arasında bile hava olmalı. Metroda ne kadar oksijen varsa tükenmiş olmalıydı.
“Kapı açılıyor. Bir sonraki durak Göztepe.”Açılan kapıyla birlikte derin bir nefes çekti. “Kapılar kapanıyor!” hızlı hızlı birkaç nefes daha çekti içine. 
“Lütfen kapı önlerinde beklemeyiniz ve inen yolculara öncelik tanıyınız!”
Hayır dedi, Mehtap inmemeliydi bu kadar erken. Daha birlikte ne hikayeler okuyacaktık kardeşimle. Boya kalemlerimi ona verecektim üstelik. Şimdi 19 yaşında olacaktı. İnenlere öncelik vermek niye? Anneannem keşke ben, ah keşke ben… diye ağlamıyor muydu? Ama kimin nerede inmesi gerektiğini biz nasıl bilecektik öyle değil mi? Doğruydu, işaretler doğruyu gösteriyordu.
“Kapılar açılır ve kapanırken ellerinize dikkat ediniz!”
Avuçlarına baktı önce, sonra elinin yüzünü çevirip tırnaklarına, parmaklarına uzun uzun baktı. Yüzüne kapanan en son kapıyı son sıvazlayışını anımsadı. Sonra inanmadığını, sonra ağlayamadığını, ağlayamadığı için bağıran insanları hatırladı. Kapıları tırmalayıp tırnaklarında kendi kanlarıyla hayata devam eden dostlarını anımsadı. Dudaklarını ısırdı, omuzlarını doğrulttu ve yanındaki arkadaşına yeniden gülümsedi. Bebek arabasında hala  tepinen çocuğu fark ediyordu şimdi. Onun yere düşen bebeğini aldı eğilip, tebessümle uzattı. Bir bebek gülüşü hepimize nasıl da iyi gelirdi? Bunu en iyi, reklam sektörü bilirdi. Bebek gibi bir cilde sahip olmayı kim istemez?
Hayır, bu değil dedi kuyudan çekilen bakracın ucundaki metalik boğuk ses. Bebekler gibi gülmek için onlar gibi azad olması gerek ruhunun. 
Anlamadı bunu, çok ağır konuşuyordu. Dörtyol ağzı gibi her yöne çıkardı söyledikleri. Cevap vermedi.
“Kapılar açılıyor, bu istasyon ayrılık çeşmesi.” 
Arkadaşı, yürüyen merdivenlere doğru hızla yol alırken peşinden koştu ve elini omzuna attı. Artık seni dinleyeceğim, fakat yanımdan hiç ayrılma olur mu? Dedi. Gülümsediler. 
Hiç, dedi kuyudan çıkan ses, hiç ayrılmadım fakat görmüyordun, duymuyordun sen.