Arkeolojik bulgular da göstermiştir ki insanlık tarihinin her döneminde “ergen sonrası- erdem öncesi gençler” kıyamete alamettir. Giyim kuşamları, şekli şemailleri, durum ve tutumları, kararları, tercihleri hep eleştirilmiştir. Ben de bir eğitimci olarak onları eleştirmekten geri durmadım. Düşündüm de ortada bir haksızlık var. Bir de onların gözünden bakmalı hayata. Onlar da diyor ki…
Biz genciz. Kanımız kaynar, fikrimiz oynar bizim. İçimizde, dışımızda, fikri hayalimizde doymak bilmeyen bir açlık var. Bulmak, bilmek, almak istiyoruz. Var olmak istiyoruz. Var olmaya, nefsimize açız. Size “bencillik” gibi gelen şey aslında bizim doymak bilmeyen açlığımız. Sadakatimiz, saygımız, sevgimiz kutsallarımız bu açlığa sofra. Düşüncelerimiz daha tohumken, hayallerimiz henüz çiçekken düşüyor kursağa. İddia ettiğiniz gibi bir karış havada değil aklımız, olsaydı keşke. Gölgesinden nasiplenirdik. O da yok! Duygularımız yönetir bizi, onların kulu kölesiyiz. Çizdiğiniz yol ne kadar kusursuz, gösterdiğiniz hedef ne kadar makul olsa da hal odur ki, aklın yolu yoktur bizde, mantık ve manaya yakın değiliz, yolumuz yönümüz muamma.
Dokunduğumuz donuyor, söylediğimiz yanıyor öyle mi? İçimizde yanan, kaynayan bir ateş denizi, dışımızda buz dağları var bizim. Mumdan gemilerimizle, ateş denizlerinde yol alırız, yanarız da ondan yakarız. Yalancı değiliz aslında. Denize düşen adamın yılanla münasebeti neyse bizim de “yalan”la alakamız odur. Sınırı ve saati belli olmayan gelgitler yön verir bize. Hiçbir tarife uymayan iklimler yaşarız. Takvimlere göre mevsimlerimiz yok. Bir bakarsınız yaz, bir bakarsınız kış. Bahalarımız hep kısa…
Neden bu kadar asiyiz, neden isyandayız, öyle mi? Çünkü kızgın sacın üstünde biz varız. Hiç bitmeyen öğütler, tembihler, tehditler, şartlar, şantajlar sabrımızı sabuna, sitemimizi isyana döndürüyor. İsyan zehri kanımıza girdiği zaman da sevgimiz, saygımız kine mayalanıp nefrete dem oluyor. Sonrası bitmeyen hüsran… Özümüz köz, gözümüz kör, gönlümüz harap. Hayalimiz zehir zemberek, ufkumuz zifiri karanlık, umudumuz kan, kavga… Mümkün olsa arabesk bir ölüm. İmanımız isyan oluyor, gerisi sonsuz bir boşluk. Hastalıklı ve mantıksız bir zevk sarıyor ruhumuzu. Muhatabı kendimiz olan intikam çığlıkları. Bunu anlayabilir misiniz?
Anlatmak, hep anlatmak yerine biraz da bizi dinleseniz. Tepeden konuşmak yerine diz vursanız dizimize, kıymet verseniz sözümüze. Başımıza kakmak yerine emeklerinizi, karşılıksız helal etseniz. Önümüzde durup bize model ve manzara olmak yerine, ardımızda emin bir sığınak olsanız. Güven ve hız alsak sizden, size “gurur” getirsek. Emretmek yerine resmetseniz, örnek vereceğinize örnek olsanız. Daima bize rol kesmek yerine biraz da bize rol verseniz. Biz de biraz “adam” olsak.
Olmaz mı?