Ramazanın ilk günü komutanlarımız çok sert tedbirler almış oruç tutan Türk öğrenciler iftar yapmasın diye yemekhanede önlem almışlardı. Birkaç öğrenciyle birlikte Libya’lıların arasına karışarak yemekhaneye girmeye çalışmış fakat enselenmiştik.

Yemekhaneden adeta kovarcasına uzaklaştırılmış iyi bir de fırça yemiştik. Biz yine de seviniyorduk zira öğrenci numaralarımızı kaydedip kimlik kartlarımıza el koymadıkları için mutluyduk. Çünkü böyle bir durumda hafta sonu izinsiz kalma veya oda hapsi cezası ile cezalandırılma söz konusuydu.

İlginçtir ki; okuldaki en az 150 Libyalı öğrenci için iftar yemeği çıkıyor, aynı okulun öğrencisi olduğumuz halde Türk öğrencilere üvey evlat muamelesi yapılıyordu. Hem de kendi ülkemizde…

Her ne ise… Bir yaz ayında (1983 yılı) o geç iftar saatinde teneffüshanenin yolunu tuttuk. Okul kantinden aldığımız bisküvi ve benzeri şeyler ile orucumuzu açtık. Birde güzel bir çay demlemiştik. İşte lezzetini unutamadığım iftar yemeği buydu.

“Ya Rabbi, her zaman bize öyle güzel nimetleri nasip et” diye dua etmişimdir. Evet bu acı duruma inanmak şimdiki insanlara biraz zor gelecektir lakin daha dün gibi gözlerimin önündedir.

Demek ki insana lezzet ve tat veren gıdalar değil; o an içinde bulunduğu haleti ruhiye ve gerçek iştah olsa gerektir. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ki; her güzel şey; imanla ve Cenabı Allah’ın rahmeti, lütfu iledir. Eğer Allah isterse, en ucuz bir gıdayı hatta kuru bir parça ekmeği dahi güzel gösterdiği gibi, en nefis sofradaki nimetleri dahi tatsız ve acı hale getirebilir.

O yıl Deniz Harp Okulunda yaşanan bu skandal sayılacak bu rezaletler bazı komutanların aklını başına getirmiş olacak ki ertesi yıl ve sonraki yıllarda oruç tutmak serbest bırakılmıştı. Fakat 1987 yılında yeniden yasak uygulanmaya başlamıştı fakat bu sefer çok daha acımasızca yapılıyordu.

Evet oruç tutmak serbest bırakılmıştı fakat yemekhaneye girme zorunluluğu vardı. Yaz aylarında iftar saati geç olduğu için akşam yemeği oruç tutanlar için resmen bir işkence haline gelmişti.

1987 yılında okuldan mezun olmuş teğmen rütbesi ile savaş gemilerinde görev yapıyordum. Deniz Harp Okulundaki bu iğrenç tutumu gördükten sonra bize yapılan muamelenin çok daha kötülerinin yapılabileceğini anlamış oldum.

İşte böylesine kötü olayların yaşandığı bir okuldan mezun olun öğrencilerin donanmada başına gelecekleri tahmin edebilirsiniz. Nitekim 28 Şubat 1997 yılına kadar görev yapmış birisi olarak dilim döndükçe bu hatıralarımı okuyucularımla paylaşıyorum.

1997 yılında eşimin başörtüsü nedeniyle ordudan resen emekli edildim. Buna “ordudan atılmışsın” da diyebilirsiniz. İtirazım olmaz. Fakat itiraz edeceğim önemli bir husus vardır.

28 Şubat dönemimde Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya öncülüğünde Batı Çalışma Örgütü (BÇG) adı altında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yasadışı bir örgüt kurulmuştu. Bu örgüt mensupları, faşist darbeci askerlerden meydana geliyordu.

BÇG’nin en önemli görevi eşi başörtülü olan askerleri fişlemekti. Bu maksatla hastane, kantin gibi askeri tesislerden yararlanan başörtülü kadınların askeri kimliklerine bakılarak eşlerinin durumu tespit ediliyordu.

Dindar subay ve astsubaylar görevlerini daha iyi yaptığı için bazı komutanlar eşleri başörtülü olduğu halde bu durumu üst komutanlara bildirmiyorlardı. Fakat BÇG’nin fişlediği askerler Kuvvet Komutanlıklarından gelen özel subaylar tarafından bildirilince mecburen bu komutanlar fişlenen sakıncalı askerleri ordudan atmak için üstlerine bildiriyorlardı.