Selahattin Galip’in “Türkiye’de Dönmeler ve Dönmelik” isimli kitabından aktaracağım bazı bölümler Sabetaycıların ülkemizde daha yakından tanınabilmesi için oldukça güzel bilgiler sunmaktadır.

Kitaptaki bu bölümün kahramanları, Türkiye’nin meşhur komünistlerden Zekeriya ve Sabiha Sertel’dir. 1950 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan bu ailenin evliliği gerçekten de ilginçtir.

Kitapta geçen bazı bilgileri düzeltmek gerekiyor zira bu evlilik Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetinde bir ilk değildir. Her ne kadar Kapani ve Karakaşi gruplar aile dışından evliliklere izin vermezken Yakubi gruplar çok farklı etnik kökenden kişilerle evlenerek Sabetaycılığın katı kuralları yıkmışlardır. Fakat sonunda Yakubi kolu neredeyse tamamen asimile olmuştur.

Yabancılarla evliliğin neden yasaklandığı ve niçin engel olunduğu konusunda yazının baş kısmındaki bilgiler elbette yeterli değildir. Bunu bir başka yazıma bırakma ihtiyacı hissediyorum. Aksi takdirde yazı hacmi çok büyük olacaktır. Fakat kitaptan yaptığım alıntılar yine de okuyuculara bir parça fikir verebilir.

Selahattin galip’e göre Sabetaycıların başka ailelerle evlilik yapmaması an’anesini ilk defa Zekeriya-Sabiha Sertel çifti bozmuştur. Bunun nasıl olduğunu kitaptan takip edelim:

“Sanırım, birçok kimsemin aklının ucundan dahi geçmeyecektir. Konuyu fazla uzatmadan hemen bildirelim. Bir Müslüman Türk ilk ile ilk defa evlenen dönme şimdi mezarı Rusya’da olan tanınmış aşırı solculardan yazar Sabiha Zekeriya Sertel’dir. Evet. Sabiha Sertel bir dönme idi... Ve kendisiyle aynı fikirleri ilerde paylaşacak olan, bu satırların kaleme alındığı sırada halen sağ bulunan, Türk hükümetinin merhameti sayesinde Fransa’da yaşadığı menfa hayatından yurda dönen meşhur solcu Zekeriya Sertel, şimdi mezarı Rusya topraklarında olan Sabiha Zekereya’nın bir dönme olduğunu, kendisinin de bu zümreden kız alabilen ilk Müslüman Türk olduğunu “ “Hatırladıklarım” adlı kitabının 77 ila 81 . sayfalarında, ‘Nasıl Evlendim’ başlığı altında aynen şöyle yazıyor:

Günlerden bir gün, Selanik’te hukukta okurken evinde kaldığım pansiyon sahibi kadın geldi. Hoşbeşten sonra evlenip evlenmediğimi sordu. İhtiyar kadınların önüne geçilmez bir merakıdır bu. Gençleri evlendirmek isterler. Sanki kendileri evlilik hayatında mutlu olmuşlar gibi, başkalarının da başını yakmaktan zevk alırlar.

Hala bekâr olduğumu öğrenince, şöyle yüzüme baktı:

-Sen, dedi, vaktiyle Selânik’li bir kızı istemiştin, bugün o kızı bulsam, onunla evlenmeğe razı mısın?

Bu, damdan düşer· gibi yapılan teklifi beklemiyordum. Zaten ben o kızı çoktan unutmuştum. Aradan seneler geçmişti, şimdi onun nerede olduğunu, ne yapıp ne ettiğini bilmiyordum. Meğer, Selanik’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir süre sonra onlar da ailece İstanbul’a göçmüşler, şimdi buradaymış. O da hala evlenmemiş. Bu bilgiyi verdikten sonra,

- Eğer istersen bir aralık soruşturayım, dedi. Önem vermeyerek ‘olur’ dedim.

Üzerinden bir hafta geçti geçmedi, bizim ‘Anne hanım’ (Bu kadına biz bütün pansiyonerler anne derdik) çıkageldi. Büyük bir iş yapmış gibi sevinçli bir hali vardı.

- Müjde, dedi, kız hazır!

- Yani? dedim.

- Yani, kızla görüştüm, o seni hala unutmamış. Senden söz açılınca heyecanlandı, sevindi, kızardı. Sonra fikrimi açtım, önce utanıp önüme baktı, sonra boynuma sarıldı. Şimdi söz senin.

Şaka derken iş ciddiye binmişti.

Düşündüm. O zaman İstanbul’da bekârlık canıma tak demişti. Ben derli toplu bir adamdım. İçkiye düşkün değildim. Küf kokan yabancı pansiyonlarda sürünmekten bıkmıştım. Yalnızlık ve bekârlık çekilir şey değildi. İşte önüme bir fırsat çıkmıştı, bu fırsattan yararlanmalıydım