Tenkit ettiği hususlar, Tarikat ve Tasavvuf erbabının bazı aşırılık ve hatalarıdır. Bu hususları Telvihat-ı Tisa adlı risalesinde, sekiz varta (tehlike) şeklinde özetlemiştir. Birinci kısımda (telvihte) şöyle der:

“Tasavvuf, tarîkat, velayet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler…  Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.

Sual: Tarîkat nedir?

Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, mârifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmaniye olarak, Mi’raç-ı Ahmedî’nin (asm) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir”.

Evet, insan yaratılmış her şeyin küçük bir numunesi olduğundan, insanın kalbi de binlerce âlemin adeta manevi bir haritasıdır. İnsanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi gibi, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fenler ve beşeri ilimler vardır. İnsanın mahiyetindeki kalbi dahi, kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ve hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar göstermektedirler.

İşte mâdem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde büyük bir ağacın cihazlarını içine alır ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde bulunur. Elbette ve her halde o kalbin yaratıcısı olan Allah, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Mâdem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecektir. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet mertebelerinde İlahi zikir ile tarîkat yolunda iman hakikatlerine yönelmek olacaktır.

Bediüzzaman’ın “zaman tarikat zamanı değildir” demesinden, tarikatı inkâr ya da tahkir ettiği anlaşılmamalıdır. Zira Tarikat, sağlam, iman sahibi ve farzları ifa eden ehli takva Müslümanların velayet derecesine çıkmasını temin eden bir yoldur. Bu yüzden Tarikatın en mühim şahı ve piri olan İmam Rabbani Hazretleri, “imanı tahkiki olmayan ve farzlarda kusuru olanlar tarikat seyahatinde gidemezler” diye hüküm vermiştir. Demek tarikatın başlangıcı olan; sağlam iman ve farzların ifası olmasa, tarikatta gitmek doğru ve esaslı olmuyor. Günümüzde dinsizlik alıp başını gittiğinden imanlı insanların sayısı azalmış tarikat yolu ikinci üçüncü dereceye düşmüştür. İşte Bediüzzaman’ın sözünü bu manada ele alıp değerlendirmeliyiz.

Günümüzdeki insanların çoğunluğu, tahkiki iman sahibi değildir. Örneğin ülkemizde farz namazları kılanların sayısı %20 civarındadır. Böyle bir toplumsal yapıda öncelikli görev sağlam bir imanı vermek ve akabinde diğer farz ve sünnetleri ifa etmesini temin etmektir. Yoksa Allah’ın varlığından şüphe duyan adamlara, tarikat dersi vermek pek fayda vermez. Bu toplumsal gerçeği iyi okuduğumuz zaman “zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” diye biz de hüküm verebiliriz.