Besmele ile kelama gireyim okuyucu. Sözü söz ile dizeyim. Mercan divitimi bal mürekkebime batırıp bir âlem seyrettireyim sana. Anlatacaklarım ne râviyân-ı ahbârdan ne de nâkilân-ı âsârdandır. İtimad edesin. Sözün iksirini beraber içeceğiz, bilesin.
  Âlemlerin Rabbi ,insan nefsini yarattığı vakit ona, ‘Beni bildin mi?’ diye bir sual tevcih buyurdu. Nefis, ‘Sen sensin, ben de benim’ diye cevap verdi. İşte benlik davası burada başladı nefsin. Bu benlik davasından vazgeçmesi, binlerce yıllık cehennem azabından sonra aç bırakılmasıyla ancak mümkün olmuştu.
Tasavvufi cihetten bakıldığında nefis konusu, sayfalarca ancak anlatılabilir. Lügatlerde nefis, “id” ve “ego” kelimeleri olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede nefsi kısaca, “ego” ve “bitmeyen istekler” diye tanımlayabiliriz. id’i ise “islam’ın hilafına benlik” manasında kullanabiliriz.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ashabıyla harpten dönerlerken onlara hitaben;
“Küçük cihattan büyük cihata döndük.” buyurarak nefis tehlikesini ve onun her zaman tuzaklar peşinde olduğunu işaret ediyorlardı.
Hz. Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz’e:
“İnsan rabbini ne zaman tanır?” diye sual ettiğinde Alemlerin Efendisi,
“Nefsini tanıdığı zaman” diye cevaplamışlardır.
İnsanın içinden gelen her türlü kem düşünce, kötü fiil ve ahlaksızlığın sebebi nefistir. Nitekim bu hususu Hz. Yusuf Aleyhisselam, “Ben nefsimi temize çıkarmam. Muhakkak nefis, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin rahmet ettikleri müstesna. Suret-i katiyyede benim Rabbim Gafurdur, Rahimdir.” (Yusuf Sûresi, 53) buyurarak dile getirmiştir.
Nefsin temizlenmesi için ilk adım olarak kişinin can-u gönülden azmi ve gayreti lazımdır. Nefisle tek başına mücadele etmek imkânsızdır. Bu noktada bir Mürşid-i Kâmil şarttır. Kişi dua ederek ve arayarak bu mürşidi bulur, ona bağlanırsa feyz-i Muhammedî sayesinde nefsin tasallutundan kurtulabilir. Yalnız bu tam bir kurtuluş olmaz. Bir nevi nefsi uyuşturur. Bu hâl kişinin mürşidine olan bağlılığı süresince devam eder. Eğer bağı koparırsa nefsin tuzağına düşmesi kaçınılmaz olur.
“Mürşid-i Kâmil’i nasıl bulacağız?” diye soranlara, Ebu’l Fâruk Silistrevî Hazretleri şu şekilde cevap veriyor: “Ağaç nasıl ki gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından, yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu suretle kendilerine tâbi olmak, manevi feyzinden her hususta istifade etmek caiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir.”
Gerçek manâdamürşid-i kâmil, vefatından sonra da kendi ruhâniyetinden yardım ve feyz talep edene yardım eder ve feyzinden istifade ettirir. Mesela, Veysel Karâni Hazretleri Yemen diyarından Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmişler, fakat dünya gözüyle O’nu görmek kendisine nasip olmamıştı. Buna mukâbilPeygamberimiz’inruhâniyetindenistimdâd ederek irşâd olmuştur.
Aklıyla hareket ederek bu yazılanları mantık dışı ve hayali zannedenlere de söyleyelim ki, akıl nefis ve ruhun ortasındadır. Ona kim hükmederse ona göre çalışır. Aklını kullanarak nefsin sözüyle hareket edenler derler ki; “insan olarak farkımız olmalı.” Evet, biz de aynısını söylüyoruz: Farkımız olmalı. Ama hayvandan, melekten değil.
“Nefsin tezkiyesi için günümüzde çare nerede?” diye sorulursa, kim bilir belki yanı başınızda, belki aynı mahallede, aynı köyde, belki aynı ilçede, aynı şehirde çok çareler var.
Allah lutfetti mi böylesini lutfeder okuyucu. Her lutfu anlayamaz her adam ve her lutuf her adam için değildir. Bayram gönül gözüyle müşahede edilendir zira. Ve her şahidin haberi yoktur gönülden.
Gönüllerin sultanına ulaşmak için kalbe yönelmek gerek okuyucu. Her kalbe bir damga vurulmuştur zira. Ve her damga sahibini özler. Her “sahip”te koruyucu vasfı yoktur okuyucu. Sahibini bilince bilirsin kendini. Kendini bilenlerden eyle Mevlam bizi.
Dua buyrun…