Önceki yazıdan, Türkiye’nin AB hikâyesine devam edelim.
AKP iktidarının bir takım reformları yapıp, dizginleri bir nebze ele almasına kadar AB ile ilişkilerimizde içeride ve dışarıda çok gergin dönemler yaşadık. Geriye dönüp baktığımızda;
57 yıldır devam eden ve bir yılan hikâyesine dönen AB’ye girmemize, toplumumuzun değişik kesimleri değişik nedenlerden dolayı istiyor veya istemiyordu. Fakat AB’yi isteyenlerin ve istemeyenlerin büyük bir kısmının buluştuğu ortak nokta, samimi olmamaları ve söylemlerinin ardındaki gerçeklerin farklı oluşuydu. 
Toplumu buna iten nedende, mevcut sistemin insanların gerçek kimliklerini ve düşüncelerini inkâra zorlamasıdır. Din ve ideoloji dayatmaları ile insanlar iş yerlerinde başka, evlerinde başka, devlet dairelerinde başka, camide başka değerleri savunmak zorunda bırakılıyordu.
Bir düşünürün dediği gibi; 
“Avrupa Birliği, tarihin bize bir şakası mı? Yoksa bizim kendi kendimize yaptığımız bir şaka mı? Belli değil.”
Dün illa batılılaşalım diye tutturan sistemden beslenen odaklar, bir kısım elit kesim, sivil ve askeri bürokratlar, iş biraz ciddileştiği zaman kendilerinin geri plana itileceklerinin korkusunuyaşamaya başlıyorlardı ve AB’ye bir şaka gibi mesafeli bakıyorlardı.
Dün hayır diyen, mütedeyyin ve muhafazakâr dediğimiz kesim, yakın zamana kadar AB’ye girmek için her türlü tavizi vermek istemesi bir başka durum şakasıydı.
Bir kısım insanlarımız, devlete ve kurumlara olan güvensizliği nedeniyle AB’ye umut bağlıyordu. Kimimiz din, millet ve tarih korkusuyla kendimizden korkuyorduk ve kendimizden kaçarak AB’ye girmek istiyorduk.
Kimimiz, birtakım baskılardan, tahakkümlerden ve darbelerden kurtulup özgürlükleri doya doya yaşama arzusuyla AB’ye yöneliyordu.
Kimimiz sivilleşme inkılabını yalnız yapamadıkları için Avrupa Birliğinden medet umuyordu. Kimimiz Avrupa Birliği’ni dindarların problemlerinin çözüleceği ve fakirliğin ortadan kalkacağı bir proje olarak algılıyordu. Kimimiz din ve milletin birbirinden kopartılmasını arzuluyor ve dinin yerine AB’nin normlarını ve medeniyetini ikame etmek istiyordu.
Kimimiz öz yurdunda itilmiş kakılmış, bir takım hakları ellerinden alınmış olduğu için, AB’yi bir nevi sığınma evi gibi görüyordu.
Bir kısım sivil ve askeri bürokratlarımızın toplum mühendisliği yapması ve bundan istedikleri neticeyi elde edemediklerinden, bunu AB’ye ihale etmek istiyorlardı.
Avrupa Birliği penceresinden Türkiye’ye baktığımızda;
Avrupa’da bize karşı büyük bir kesimin var olduğunu görüyoruz. Avrupa, Türkiye’ye ve Müslümanlara hep muğlak, şüpheci ve kuşkulu bakıyor. 
Bu bakış hiçbir zaman netleşmeyecek ve netleşmediği için de Avrupa Birliği yolu Türkiye’ye hep kapalı kalacak.
Kendi açılarından olayı değerlendirdiğimizde de haklı olarak ortak paydaların çok az olduğu görülür. Ne milli gelirimizde ne makroekonomik dengelerde, ne kültürümüzde, ne inançlarımızda nede nüfusumuzda bir denklik var.
AB’nin Türkiye için en uygun yol ve en uygun politika 57 yıl beklettiği gibi yine kapıda bekletme politikasıdır. Bizi bekletirken ve oyalarken de bütün isteklerini yerine getirmekte ve bizle dalga geçmekteydi. Bekletirken de ezmekte, şahsiyetimizi örselemekte, kişiliğimizi yok etmeye çalışmakta ve bunda da kısmen başarılı olmaktaydı. Şartlar artık eskisi gibi değil. Bazı yerlerde ve bazı durumlarda AB’ye kafa tutabiliyoruz, tavır alabiliyoruz. Doğrusu AB pekte umurumuzda değil. Zaten kendi içerisinde birçok çatlaklar, sorunlar ve anlaşmazlıklar var. Belki de yakın bir zamanda Avrupa Birliği’ni tarihin yapraklarında mazide kalan bir hikâye olarak okuruz.
Kur’an-ı Kerim bakalım bu husus ne buyuruyor:
 “Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar asla senden razı olmazlar. “Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur” de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz.”(Bakara, 2/120)