Bilmem kaçıncı evresindeyiz yaşamın. Günü nasıl debelenip bitiriyoruz belli değil. İçi dolu mu boş mu kimsenin umurunda dahi değil. İki gün eşit mi, sonraki gün bir öncekinden daha mı kötü, gözetmiyor artık insanoğlu.

Boşa geçen zaman, tüketilen ömür ve zorlu ahiret hayatı. Beşikten mezara deyiminin o kısacık yaşamında ne de çok hüzün ve sevinçlerle dolu. Bu kısacık hayatta bile kendi kendimizce bir şeyleri yapmış olduğumuzu sanıyoruz. Sanıyoruz çünkü o hep korkulan, uzak durulması gereken, kendisinden koşarcasına kaçınılması gereken şeyi yaptık çoğu zaman.

Ne mi yaptık? Bağlandık… Dünya’ya körü körüne; körmüşçesine bağlandık…

Gözle görülecek şeyler değil elbette yaptıklarımız. Ya da yaptıklarımız öylesine sıradanlaştı ki gözlerimiz görmez; olanları fark edip idrak edemez oldu.

Söylememiş miydi iki cihan serveri Peygamberimiz (sav), “Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.” diye. O halde ne bu hiç tükenmeyecekmiş gibi aç gözlülük, dünyalık kazanma hırsı. Niye ki bu insanlarda mal sevdası; çok para kazanma hırsı…

Hakikatten, hakikate koşuyoruz. Bihaberiz…

Ne idik, ne olduk şimdi?

Asıl soru şu belki de; hakiki manada ne olduğumuzu bilmeden ya da bilemeden nelere alet olduk ve daha çok nelere aldanıp ta içinde kaybolduk?

Öğretilerden ne kadar çok uzak kalırsak, o kadar daha çok batacağız dünya bataklığına. Her bir çırpınışın bizi daha çok derine çekeceği aşikâr.

Bu devasa büyüklüğündeki hasletten kurtulmak, elbette bu haberdar eden kaynakta gizli.

Müslüman daima veren “el” dir. İnfak edendir. Mümin kardeşinin derdiyle dertlenip çözmek için canhıraş caba gösterendir…