İslâm’dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının durumu hakkında çeşitli kaynaklarda şu bilgilere yer verilmektedir: Eski Hint inanışına göre kadın; yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve diğer uygulamalarda hiç hak tanımıyordu.  Budizm’in kurucusu Buda, başlangıçta kadınları kendi dinine kabul etmemişti. İsrail hukukunda ailede erkek evlat varsa, kızlar mirastan pay alamazlardı. Sasaniler döneminde kız kardeşle evlenmek serbestti. Eski Yunan’da koca dilerse karısını başkasına devredebilirdi. Çinlilerde kadın insandan sayılmadığı için, kadına ad bile verilmezdi. 
İnsanların çeşitli müdahaleleriyle asli hüviyetini yitiren Yahudilik ve Hıristiyanlık, Hz. Havva'nın Hz. Âdem'i aldatarak yasak meyveyi yemesine sebep olduğunu kabul ettiğinden, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve ona şeytan gözüyle bakar. Bu yüzden İngiltere'de kadına İncil'e el sürebilme izni ancak XVI. yüzyılda verilebilmiştir. Yahudilikte kadının hiçbir değeri yoktur. Yahudilerin her sabahki duâlarında şu cümle geçmektedir: “Ezelî ilâhımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun.” Kadını aşağılama geleneğinin hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görüyoruz. Zira kadın, haram meyveyi Âdem (a.s.)’e yedirerek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkâr olmasına neden olmuştur. Tabiî ki, İslâmî açıdan baktığımızda tüm bu görüşler çok yanlıştır. 
Cahiliye döneminde kadın, savaş sonrasında herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla faydalanılan bir ganimet kabul edilirdi. Cahiliye döneminde bazı Araplar, kız çocuğunun dünyaya gelmesini utanç verici bir durum sayarlar ve kız çocuğunu diri diri toprağa gömüyorlardı. Kız çocuklarına karşı duyulan nefret, onları diri diri toprağa gömdürecek kadar ileri gitmişti. İslâ¬miyet gelince, diri diri toprağa gömülmeyi bekleyen üç yüz kız çocuğu bu vahşi akıbetten kurtuldu.
İslâm dinî, gerek İslâm öncesi Arap toplumundaki dinî anlayış gerekse yerleşmiş örf ve âdetlere nisbetle kadının sosyal, ekonomik ve hukukî konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Kur’ân, insan olması bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak kabul eder. Allah insanları daha huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri için çift yaratmıştır. (Nisâ 4/1; Rûm 30/21)  Kur’ân-ı Kerîm’de gerek yaratılış gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir. (Âl-i İmrân 3/195;Tevbe 9/71) Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları Kur’ân’ın çizdiği bu çerçeveye uygundur. Onun şahsında kadınlar her zaman meseleleriyle ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapan, haklarını koruyan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hâmi bulmuşlardır.