Fetocuları bu sayede tanıma fırsatını bulmuştuk. Bunların yaptığı fenalığın en açık delili oruçtu. Öğrenciliğimizin ilk yılında oruç yasak olduğu halde bizimle beraber tutan öğrenciler, Feto’nun kancasına takılınca; oruç tutmak serbest bırakıldığında dahi bu sefer Ramazanı yemeğe başlamışlardı. Niçin böyle yaptıkları sorulunca “midesinden rahatsız” olduğunu söyleyerek aklınca insanları kandırdıklarını zannediyorlardı.

İşte bu hain FETÖ-Faşist işbirliği; 1980’li yıllarda acımasızca devam ediyordu. Faşist Evren “irtica” yaygaraları ile insanları kışkırtıyor komutanlar da hukuksuz ve yasadışı emirler yayınlayarak dindar askerler için “komayın, yaşatmayın” demişlerdi. Her türlü zulmü gencecik vatan evlatlarına reva görüyorlardı.

Bunun en insafsızca uygulaması 1987 yılında yine Deniz Harp Okulunda uygulamaya konulmuştu. Bu zulmü yaşayan bir deniz subayı, yaşadıklarını bana şöyle anlatmıştı:

“Sizin sınıf yani 9000’ler mezun olduktan sonra 7 son sınıf öğrencisi ki bir tanesi Deniz Lisesi birincisi idi, hepsini okuldan attılar. Birkaç ay sonra subay olacak olan bu öğrenciler derslerinde başarılı olduğu gibi okulun en disiplinli öğrencilerindendi. Sırf gözdağı vermek için namaz kılan bu öğrencileri okuldan attılar. Yüklü bir maddi ceza ödettikleri yetmiyormuş gibi bir de eğitim haklarını da ellerinden almışlardı. Okulda tam bir terör estiriyorlardı. O yıl Ramazan orucu yasaklanmamıştı. Fakat iftar ve sahur yemekleri çıkarılmıyordu. Üstelik öğle ve akşam yemeklerine girmek mecburi idi. Girmeyen öğrencilerin sırası boş kalıyor, bu öğrencileri disiplin cezası ile cezalandırıp hafta sonu izinsiz bırakıyorlardı”.

İşte “Çin işkencesi” adı verilen zulmün Türkiye uygulaması böyle oluyordu. Resmen oruç tutan öğrencileri yıldırmak için yemeğe zorla sokup terör estiriyorlardı.

Bu subay arkadaşımı; musibet ve sıkıntıların geçici olduğunu, bunun devamlı olamayacağını ve sabredenlerin büyük mükafat ve ecir kazanacaklarını söyleyerek teselli etmeye çalıştım.

Nitekim 1987 yılı benim için de çok zorlu geçmişti. O yıl ki irtica teröründen ben de etkilendim. Deniz Harp okuluna çağırarak öğrencilere “namaz kılmak ve Said Nursi’nin kitaplarını okutmaya çalışmak” suçu ile okul yönetimi tarafından sorgulandım.

Yine bir Ramazan günü yapılan bu sorgulamada zavallı öğrencileri karşıma dizip bu iddialarını yüzüme karşı söylettiler. Ben de “öğrencilere baskı yapmadığımı fakat suç olarak iddia edilen namaz kılma hususunu ve kitapları tavsiye ettiğimi” hepsinin yüzlerine söyledim.

Okul Komutanı Ekmel Totrakan beni hukuksuz olarak sorgulayan ise Alay Komutanı da  Gürkan Key idi. Alay Komutanı sahsıma karşı alaycı bir yaklaşım ile küstahça davranmıştı. Ben de Volkan’ın 3 yıl önce göstermiş olduğu cesareti göstererek “Siz ne biçim Alay Komutanısınız, okulda irtica yok, komünist faaliyetler var” diyerek ikinci bir Volkan patlaması gerçekleştirmiştim.

Rütbem Teğmendi ve yeni olduğu için pırıl pırıl parlıyordu. Karşımdaki Alay Komutanı ise bütün öğrencilerin önünde tören yürüyüşü yapan bir Kurmay Albay idi. Benim yüksek sesle cevap vermem karşısında Alay Komutanı aynı Tabur Komutanımız gibi mos mor olmuştu. Sözlerime tahammül edemeyerek makam odasını terk etmişti.

Odadan ayrılıp muhtemelen Okul Komutanının yanına gitti. Bir müddet sonra dönünce yüzü hala mosmor idi. Yanında daktilo yazan astsubayları getirmişti ve beni soru yağmuruna tutmaya başladı. Bildiklerimi bütün içtenliğimle ve pervasızca haykırdım. Gözüm kararmıştı ve ordudan atılmaktan korkmuyordum. Önemli olan herkesin bildiği bu gerçekleri haykırmak ve kayda geçirmekti