Max Weber de milliyetçiliğin ecnebi menşeli oluşuna dikkat çekmiştir. Gerçekten de bir çok yerde, özellikle de radikal milliyetçiler genellikle yabancı kökenden gelir. Bu fena illet hem İslam dünyasına, hem de Osmanlı’ya savaşlardan çok daha fazla maddi, manevi- zarar vermiştir. Müslüman neslinin azalmasına, çözülmesine, zayıflamasına sebep olmuşlardır. Özellikle de Müslümanların birbirine yabancılaşmaları, hatta birbirlerini düşman telakki etmeleri gibi akıl almaz bir felaket yaşanmıştır. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla sineklerin ısırmamasıyla uğraşılırken, dehşetli yılanlara arka çevirmek gibi büyük bir gaflet haline düşülmüştür. Dehşetli ejderhalar gibi Avrupa’nın doymak bilmez hırslarıyla pençelerini açtıkları görmezlikten gelinerek, İslam dünyasındaki dindaşlara kin ve düşmanlık beslenmiştir.

Her iki illetin arka planında da dini emirlerde lakaytlık, hatta isyan vardır. Birinde zina gibi büyük bir günah, diğerinde ise milliyeti kutsallaştırmak (ma’bud ittihaz etmek) gibi şirk gizlenmiştir. Milliyetçilerin fikir babalarından Ernest Renan “ecdada tapma en meşru bir ibadettir; bizi olduğumuz hale getiren ecdattır.” sözüyle milliyetçiliğe kutsiyet kazandırmak istemiştir. Bediüzzaman’ın “Milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar” tespitinde Renan ve emsalinin görüşleri özetlenmiştir.

İslamiyet milliyetini tehdit eden bu hastalık hala devam etmektedir. İttihad-ı İslam’ın ve İslam kardeşliğinin önündeki en büyük engellerden biri bu kavmiyetçiliktir.

İslam dünyasını birbirine bağlayan nurani bağlar çoktur. Rabbimiz bir, kitabımız bir Peygamberimiz (asm) bir, kıblemiz birdir. Bu kadar birlik vasıtası var iken ikilik çıkarmak akıllıca bir iş olmayıp İslam düşmanlarının içimize attıkları bir hastalıktan başka ne olabilir ki?

Bediüzzaman’ın “Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” sözü gün geçtikçe İslam toplumunda daha bir inkişaf edecektir. İttihad-ı İslam anlayışı adeta gökkuşağının renkleri gibi bir araya gelerek İslam’ın güzelliğini ortaya koyacaktır.

İslamın ırka ve ırkçılığa bakışını şu ayet-i kerimede bütün berraklıkğıyla görmekteyiz: “Ey insanlar! Muhakkak ki biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık... Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız... Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır ” (Hucurat Sûresi, 13)

Evet İslam toplumu büyük bir ordudur. Çeşitli gruplara ayrılmışolsa da binlerce birlik ve beraberlik yönü vardır. Yaratıcıları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları birdir. İşte bu kadar bir birler, uhuvveti, sevgiyi, beraberliği gerektirirler. Demek ki farklı kabilelere ayrılmak âyette geçtiği gibi “tanımak, bilmek ve yardımlaşmak içindir. Birbirimizi inkar ve düşmanlık için değildir.

Ayetin sonunda inanların Allah katındaki değerlerinin ırklarına gore değil takvaları nisbetinde olduğu vurgulanır. Buna gore, Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir. Takva, Allah’dan korkmak, O’nun yasaklarından şiddetle kaçınmak mânâsına gelir. Lakin takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâm’ı bütünüyle yaşamanın âdetâ simgesi, alâmeti olduğu görülecektir.

İşte Allah’ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır; hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun...