Şefkat ve sevgiyi annemden, küçük şeylerden mutlu olmayı ve kanaati kayınvalidemden öğrendim. Şükretmeyi ise rahmetli babam ile anlayıp idrak ettim. Zira yaratılışın neticesi şükürdür. Şükür nimetleri ziyadeleştirir. İnsanın evrendeki en değerli bir varlık olduğu, insanlık şeref ve haysiyetinin ne derece önemli olduğu, bunun da ancak Allah’a şükür ile devam edeceği, Bediüzzaman Said Nursi tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı (teşkil edilmesi) şükrü intaç edecek (netice verecek) bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür. Çünkü hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş (yaratılmış). Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı halk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor (seçiyor). Sonra görüyoruz ki, zihayat âlemlerini (hayat sahiplerini) bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zihayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor (odaklanıyor); bütün zihayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahharediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zihayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattahayvanatı rızka adeta taaşşuk (âşık edip) ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hatta rızkın çok envaından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika (tat alma duyusu; dil) namında bir cihazla mat’ûmat (nimetler) adedince manevi, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî (güzel) hakikat rızıktadır. Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envaıyla, manen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî (farkında olmadan) bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor ”.